Arabesk: Beğensek de beğenmesek de...

Hor görülen arabesk Şevval Sam'ın 'Has Arabesk' albümüyle tekrar gündemde. Arabeske şimdi de, Haluk Çobanoğlu'nun gözünden bakma zamanı...

Arabesk: Beğensek de beğenmesek de...

Her döneme damgasını vuran müzik türü aynı mimarisi gibi; o coğrafyanın sosyo-ekonomik yapısını ele verir. Köyden kente göçün dolayısıyla büyük bir kültür şokunun yoğun olarak yaşandığı bir dönemde bu topraklara “özel” ortaya çıkan arabesk müziği, fotoğrafçı Haluk Çobanoğlu yaptığı fotoğraf çalışması ile belgelendi.


Türk toplumunun belli bir dönemini belgeler ile gözlemek isteyen herkes için önemli bir kaynak sağlayan bu çalışma, aynı zamanda, sosyolojik bir inceleme olarak okunabilir.

-Projeniz 10 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşti ve bu sürede müzik her açıdan evrim geçirdi. Örneğin Müslüm Gürses kendi içinde bir kırılma noktası yaşadı ve yeni bir kitle ile tanıştı. Fotoğraflarınıza bu iki kitlenin yansıması nasıl oldu?
Normalde, böyle bir çalışma için bir fotoğrafçının ömrü vefa etmeyebilirdi. Sonuçta 1970’lerde başlayıp 2000 yıllara kadar getirmesi gerekiyordu. Çünkü arabesk’in başladığı nokta ile şimdiki yeri arasında durum çok farklı, bu da normal çünkü hayatta olan her şey değişiyor. Arabesk’i anlamaya ve anlatmaya çalışırken, temel aldığım toplumbilimci Adorno’nun, “Her müzik türü, toplumun bütününde var olan çelişkilerin ve gerginliklerin izini taşır” saptaması çok önemsiyorum. Belgesel fotoğraf’ta bir coğrafya’ya, bir kültür’e ait temel yol haritaları aradığımda mimariye denk gelebilirsin müziğe denk gelebilirsin. Zaten öyle on tane yol haritası yok bu açıdan müzik konusunu hep önemsiyordum.

70’lerin ‘Batsın Bu Dünya’ bayrağı altındaki ile Müslüm Gürses’in ortaya çıktığı dönemdeki kitle değişti tabii ama dünya da değişti. O zamanlarda bu insanlar kendi alt kültürlerini oluşturmuştu. Yani olmayan bir kültürü yarattılar. Bana göre arabesk “Cumhuriyet dönemine ait ’deki en özgür kültür olayıdır”. Bunu arabesk’i övmek için söylemiyorum. Bu bir saptamadır. Bir yerlerden kopya değildir ve bize aittir, eşi menendi yoktur… Beğenirsin ya da beğenmezsin, bu varolan bir gerçek dolayısı ile arabesk’in bu anlamda değişimini de görmek lazım. 1970’lerdeki taşradaki insanların amacı İstanbul’a, büyük şehre gelebilmek, tutunmak ve şehirde ayakta kalabilmekti. Hatta o dönemde itiraz duyguları ile ‘Batsın Bu Dünya’ çıkmıştır. Orhan Gencebay ile ‘Batsın Bu Dünya’ yı konuşurken bana “Ben onu batsın bu dünya,hepimizi Allah kahretsin diye söylemedim. Söylediğim nokta şuydu bu üretim ve paylaşım ilişkileri içinde düzen böyle ise batsın bu dünya idi’, şeklinde görüşünü iletti. Bu şarkının filminde de anlatılan konu bireysel problemlerin altında yatan toplumsal sorunlardı. Filmin senaryosu zaten Vedat TÜRKALI’ye yazdırılmış bu bir tesadüf değil. 1970’lerde durum bu iken; seksenli yıllarda aynı tür filmlerde yazan, yöneten hatta prodüktör herşey İbrahim Tatlıses olabiliyordu. Seksenli yıllarda askeri darbe ertesinde, o temellerde değişti. Müslüm Gürses’te değişti. Daha önceleri radyo ve televizyonlarında arabesk müziğe izin vermeyen devlet, bu yıllarda bir arabesk müzisyen olan Hakkı Bulut’tan acısız arabesk parça sipariş etti.

Önemli bir “ikon” olarak Müslüm Gürses’e gelince; İstanbul’da verdiği son arabesk konserinin fotoğraflarını çektim, 2006 yılında adeta, kendisi bunu sahnede ifade etti, bu onun arabesk’e veda konseriydi. Konserin sonunda öyle bir hezeyan oldu ki Müslüm Gürses sahneden atladı ve canını zor kurtardı, korktu. Belki de ilk defa güvenliğin yetersizliğinden şikayet etti. Oysa ki arabesk söyleyenlerin böyle bir yanları yoktur. Genelde ilgiden hiç şikayet etmezler hatta bunu abartmayı severler. Burada bir şeyi de söylemem lazım ki artık arabeskte poplaştığı için “sanatçı”, pop şarkıcısı gibi davranmaya başlamıştı. Yeni durum bu idi…

—Arabesk müzik 1970 ve 1980 yıllarda köyden kente göç ile başlamış bir müzik. Ve toplumda temsil ettiği bir sınıf mevcut. Günümüzde ise arabesk parçalar yeni sound ile birlikte gençlere hitap ediyor. 2000 yıllar itibarı ile arabesk müzik sınıf mı atlıyor?
Burada bakış açısı çok önemli, ben materyalist bir anlayışla yaklaştım ve sınıfları, kültürleri çok önemsedim. Bu İngiltere’ye gidersen de, ABD’ye gidersen doğrudur. Mesela ABD örneğinde blues, country müziğinin; büyük şehirlere gittikçe bunların çok dinlenmediğini, taşrada ise çok daha dinlendiğini görebilirsiniz.

Bize gelince durum tamamen farklı, ikibinli yılların başında Etiler’de bir akşam yemeğine davetliydik, pahalı bir mekandı. Salonda canlı müzik vardı ve müşteriler, arabesk parçaları hep bir ağızdan “pop tarzında” söyleniyordu. Ertesi gün bir matbaada “'New York Subway/ New York Metrosu” basılıyordu. Baskı geç vakitlere kadar devam etti. Gecenin geç saatlerinde yandaki mahalle meyhanesinde, bir önceki akşamın şarkıları, ağır bir makamda okunmaya devam ediyordu. Bu bize özgü bir durumdu. Ve bir müzik türü tüm sınıfsal ve kültürel katmanları kapsayabiliyordu. 80’li yılların öncesi ülkedeki ideologların bir çoğunun en büyük yanlışı, yurt dışındaki hazır kalıpları alıp; Türkiye’ye monte etmeye çalışmaktı. Ve bu hatayı hep beraberce yaptık. Bu yanlıştı çünkü kültürel olarak, Türkiye öncelikle Doğuya, Doğu Akdeniz’e ait bir ülke ve Ortadoğu’nun karmaşasını ve hızlı değişimini yansıtıyor. Şarkılar farklı söyleniyordu…

Arabesk: Beğensek de beğenmesek de... - 1

-Çekim sürecinde konuya hem arabesk müziği yorumlayan müzisyenler hem de bu müziği dinleyen kitleler açısından yaklaşılıyor. Bu iki alandan hangisi ile çalışmak daha zordu? “Sanatçı” ile çekim yapmak mı? Yoksa kendini “ikinci sınıf” gören bir topluluğun içine karışıp onları fotoğraflamak mı?
Şarkıcılarla birebir iletişim daha zordu. Çünkü 70‘lerin gönlü açık arabeskçileri yerine artık parayı ve medyanın gücünü keşfetmiş insanlar vardı, ortalıkta. Kabul etmek lazım ki medya da 80’lerde var olan bir olgu; 70’lerde yoktu ki böyle bir kavram yani gazeteler vardı ama TV medyası yoktu. Dolayısı ile ben herhangi bir medya kuruluşuna bağlı gazeteci olmadığımdan onlara ne sunabilirim ki? Benim sunabileceğim bir hakla ilişkiler faaliyeti yoktu. Bir keresinde arabeskçi Hakkı Bulut ile buluştuk ve 1 saat boyunca, bu projede ne yapmak istediğimi anlatmaya çalıştım. Bu konuşmanın sonunda; Hakkı Bulut’un sorusu ‘Sen benden ne istiyorsun kardeşim’ şeklinde oldu. Hayat başka şekilde çalışıyordu: benim yaptığım iş sonucunda bir reklam bir tanıtım olanağı olmayınca, niye yardım etsinlerdi ki? Böyle bir kaotik durum mevcuttu. Kadın sanatçıların bir çoğu ile buluşulamadı. Örneğin Gülden Karaböcek, Mine Koşan ile. Zaman zaman bu proje için geç kaldığımı düşündüğüm oldu. Ancak bir süre sonra fark ettim ki Gülhane Konserleri’ni fotoğraflamışım Yetmişli yılların önemli arabesk şarkıcıları halen yaşıyor, onları üretim süreçlerini fotoğraflamışım. Bu işin üreticileri salt portre olarak değil yaşayan ve üretenler olarak varlar, bu projede…

-Günümüzde gençlerin arabesk müzik yerine tekno/rock ve metal müzikleri tercih ettiğini görüyorsunuz. Göç olgusu arabesk müziği yükseltti. Günümüzdeki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Serinin ikinci bir ayağı olarak bu konu üzerinde çalışmayı düşünüyor musunuz?
Ve Dostoyevski söylediği gibi hayatta hiç bir şey birbirinden bağımsız değildir. Ben fotoğrafçıyım, fotoğrafım ile ilgilenirim diğer taraf beni ilgilendirmez diyemeyiz. Yaşadığınız devir, ister istemez fotoğrafınıza yansır. Arabesk müzik gökten, aşağıya zembil ile inmedi. Beğensek de, beğenmesek de o bizim hikayemizi anlatmaya devam ediyor. Türkiye’de ki önemli bir arabesk yapımcı olarak Şahin Özer’in bir tespiti var “ Türkiye’de ki her müziğin içinde arabesk vardır”…

ŞEVVAL SAM'IN ALBÜMÜNÜ ÖNEMSİYORUM
Bana gelince; eğer çok özel bir şeyler oluyorsa, bu çalışmaya ekleyebilirim. Örneğin değerli Şevval Sam’ın bir arabesk albüm yapmasını çok önemsiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, diğer yandan benim için “arabesk” artık geride kalmış bir projedir.

-Belgesel fotoğraf adına konunun hiç bir zaman bitmeyeceği bir metropolde “İstanbul” da yaşıyoruz. Bir fotoğrafçı olarak İstanbul 1955 ile başlayan çöküşten ayağa kalkmak için çabalıyor mu?
Kimin, hangi sosyo ekonomik sistemin, anlayışın İstanbul’u olduğu sorusu çok önemli. İstanbul bir metropol halinden, “pazarlanacak” bir dünya markası çıkarmaya çalışanlar var. İstanbul yakında çok sert bir sosyal sınıfsal karşıtlar ile karşılaşacak. Bunun sonu ise şer değil hayırdır. Bundan daha aklı başında ve daha doğru bir sistem çıkacaktır ama bunun daha zamanı var. Ama daha öncesinde kaotik ve depresif bir İstanbul bekliyor bizi.

-Sadece İstanbul değil Türkiye konu açısından zengin bir coğrafyaya sahip ancak belgesel fotoğraf alanı zayıf. Bu durumda, Türk insanının sabırsız yanı mı ortaya çıkıyor?
Değil aslında, geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren; yeni kuşaklara bakıldığında çok iyi örnekler var. Kamil Fırat’ın yapıtları, Coşkun Aşar’ın “Sokak Çocukları, Travestiler”, Gökşin Varan’ın “Tarlabaşı”, Burcu Göknar’ın “Vefa”, Kutup Dalgakıran’ın dönemin hapishanelerini anlatan işi “Ranza”, Altan Bal’ın “Bekar Odaları” uzun süreli belgesel işler olarak ayrıca foto muhabiri Kürşad Bayhan’ın işleri müthiş, unuttuklarım olabilir bunlar ilk aklıma gelenler ama kabul etmek lazım ki geçen yüzyılda ülkemizde böyle bir gelenek yoktu şimdilerde yoktan varedilmeye çalışıyor. Eğer 1950’ye kadar geri gidersen bir tek Ara Güler’e ulaşabiliyorsun. Düşünsenize bir kişi Türkiye’nin görsel mirasının üzerinde oturuyor, iyi ki varsınız Ara Bey. Zamanın gazetelerinde fotoğrafçılar için çek, getir mantığı mevcuttu. Şimdi geri gidip onlara bakmak istediğimizde de ortada arşivler yok. Çünkü insanlar ve kurumlar arşivlerine sahip çıkmamışlar. Tamda bize uygun bir şey…

-Yazılı basın her gün belge niteliğinde konuları aktarıyor. Ama fotoğraf anlamında zayıf kalıyor. Yazılı basındaki belgesel ve haber fotoğrafçılığını değerlendirebilir misiniz?
Yıllar önce İfsak fotoğraf dergisi için bir yazı hazırlamamı istemişlerdi. Orada kullandığım bir başlık var ve hala arkasında duruyorum, “Türkiye’de fotoğraf editörü var da biz mi yedik”, diye bu çok önemli. Türkiye’de konunun uzmanı foto muhabirliği anlayışı yok. Herkes, her habere gönderilebiliyor. Basın fotoğrafa ne kadar önem veriyor bunu buradan çıkarabiliriz.

—Günümüzde hızlı bir fotoğraf tüketimi var. Bu durum bizi Japonya gibi tüketen bir toplum mu yapıyor yoksa artış ile doğru orantıda üretimde gelişiyor mu?
Fotoğraf makinen analog olsun, digital olsun bir olayı çekerken onu anlatacak, içinde gereken sayıda kare çektikten sonra bir obur gibi her şeyi çekmeye devam edersen işte o zaman bir kadim kültür alınmasın ama günümüzün “Japon turistler”ine benzemiş oluruz. Çünkü bu fotoğrafların hiç bir kalıcılığı yoktur ve bir süre sonra çekeni de, izleyeni de bıktırır. İçeriği boşalır keyif vermez. Bir iktisat yasasıdır: nedret olan iyidir, çok olan değersizdir. Biraz seçmesini ve dinlenmesini bilmek lazım. Eğer görmek istersen Japonya’da Zen kültürünün dinginliği de, derinliği ve seçiciliği de var. Hayat, her vakit ne taraftan baktığına bağlı…

Sayfa Yükleniyor...