Benim kahramanım Ahmet Uluçay

''O, sadece Türk sinemasında ya da sanat dünyasında değil, insanlar arasında bir kahraman olarak da benim ilk aklıma gelen isimlerden biri...'' Sevin Okyay kahramanını, Ahmet Uluçay'ı yazdı.

NTV Yayınları'ndan çıkan 'Sizin Kahramanınız Kim?' kitabında Sevin Okyay, Ahmet Uluçay'ı yazmıştı. İşte Okyay'ın gözünden kahramanı, Ahmet Uluçay:

Karpuz kabuğundan filmler yapmak, Sevin Okyay
Kahramanlık, karşısındakilerin gücüne aldırmadan onlara karşı çıkmaktır temelde. Bu karşı çıkış, düpedüz silahı alıp hasmın üstüne yürümek şeklinde de gelişebilir, bir “ideal”e yılmadan bağlı kalma meselesi de olabilir. Aşkla bağlı olduğu ideallerin peşinden koşmak için her tür itiraza, tepkiye karşı gelip, aykırı olmayı göze alan, buna aldırmayan kişi, kahramandır. Hatta bazen sadece ayakta kalmayı başaran kişi de kahraman olabilir.

Ahmet Uluçay, sadece Türk sinemasında ya da sanat dünyasında değil, insanlar arasında bir kahraman olarak da benim ilk aklıma gelen isimlerden biri. Ahmet yapmak istediği şeyin aşkla peşinde koştu, nasıl bir tepki alacağına hiç aldırmadı. Daha doğrusu, tepkilerle karşılaşacağını bildiği ve karşılaştığı halde, yapmak istediği şeyden caymadı, kendi doğrusundan ayrılmadı. Başkaları için yanlış olsa da, kendisi için doğru olanın peşinden gitti. Haklıymış, gerçi yeteneğiyle hakettiği yerde değil ama, hâlâ en güzel filmleri çekmeyi istiyor, hâlâ ona hayli zorluk yaratmış seçiminden pişmanlık duymuyor.

Onunla, 1994 ya da 1995’ti sanırım, Ankara Film Festivali’nde tanıştık. Kütahya’dan gelmiş bir grup kısa filmciydiler: Uluçay, İsmail Mutlu, Şerif Akarsu. Tavşanlı’nın Tepecik köyündendiler, sinemayı çok seviyorlardı, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu diye bir grup kurmuşlardı. İsmail tavukçuluk yapıyordu, Şerif madende çalışıyordu, Ahmet de kooperatifteydi, sanırım. Filmlerini bitirip Ankara’ya getirdikleri için, Festival’de oldukları için çok heyecanlıydılar. Filmleri de (“Optik Düşler” ya da “Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak” olsa gerek), Festival’ın en olumlu sürprizlerinden biriydi. O sırada Ankara Festivali’nde eski ekip vardı, bir rüzgâr estirdiler, herkes “köylü sinemacılar”ın başına toplandı. Bu ilgiden memnun görünüyorlardı.

'KÖYLÜ YÖNETMEN' YAFTASI
“Köylü yönetmen” yaftası da Ahmet’in üzerine o festivalde yapıştı kaldı. O zaman şikâyetçi görünmüyordu, her şey şikâyeti aklına getiremeyeceği kadar yeniydi, heyecan doluydu, ümit vaadediciydi. Belki o sırada daha çok işin “yönetmen” tarafıyla ilgileniyordu, “köylü” yaftası da umurunda değildi. Sonradan bu altı çizilmiş “köylü”nün onu biraz üzdüğünü düşünmüşümdür hep. “Kadın yönetmen” gibi, ille de belli bir millet ile tarif edilmiş yönetmenler gibi. Tek marifeti köylü olmak değildi çünkü öncelikle yönetmendi. En çetin şartlar altında iyi filmler yapmayı becerdiği için de, iki kere yönetmendi. Ancak, içinde bulunduğu şartları inkârdan gelmese ya da rahatsız olmasa da, yaptıklarının köylü olma durumuna bağlanmak istemesi, canını sıkmıştır diye düşünüyorum. “Az gelişmiş ülkenin çok gelişmiş sinemacılarına” karşı duyduğu ve zaman zaman ifade ettiği tepkiyi de bir ölçüde buna bağlayabiliriz belki.

'CİNEMA PARADİSO' GİBİ
Uluçay, bizatihi bir “Cinema Paradiso” durumudur ki, sinemada örneklerine zaman zaman rastlanır. Benzer sinema sevdalarını anlatan, “Tahta Kamera” gibi, “Elveda Sinema” gibi filmler, tıpkı “Cinema Paradiso” gibi, biraz da yönetmenlerinin sinemayla nasıl tanıştığını, bu aşka nasıl kapıldığını anlatır. Bu filmlerdeki sinema tutkunu olmuş küçük çocuklar, genellikle filmlerin yönetmenleridir. 1994’ten itibaren yapmayı sürdürdüğü kısa filmlerde hep kendi çevresini işleyen Ahmet de “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ta kendi çocukluğunu, daha doğrusu, kendisinin ve İsmail’in çocukluğunu anlatıyordu. “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ın yüzde 60 oranında otobiyografik olduğunu söylüyor. Gerçi bu vesileyle bir çocukluk aşkı olduğunu da öğreniyoruz ama “otobiyografik” derken esas olarak sinema aşkını, sinema macerasına girişini kastediyor, eminim. O ahırdaki çocuklar, sırtüstü uzanıp hem geleceğin ufkuna, hem rüyalar alemine bakan çocuklar bizim yabancımız değil, yapmaya çalıştıkları projeksiyon makinesi de. Hepsini daha önce, parça parça görmüştük.

'FİLM YAPMAK' ÜZERİNE BİR HİKAYE
Ne var ki bence, aslında Ahmet Uluçay’ın hayat hikâyesi, büyük ölçüde, her tür zorluğa rağmen “film yapmak” üzerine bir hikâye. Bir söyleşisinde, heyecana kapılmış, “Bazı konularda benim yakınmam gerekirken, çıkıp başkalarının, hakları olmadığı halde yakınmasına çok kızıyorum” demişti. “‘Öküz yükü çeker, kağnı bağırır’ diye bir söz var bizim oralarda. Para yok, imkân yok diyen yönetmenleri anlamıyorum. Bir derdiniz varsa, ölürsünüz de gene çekersiniz. Gider banka soyar; filminizi çekersiniz. Benim söyleyecek bir derdim var.”

Her şey o henüz ilkokuldayken başlamış. Köylerine bir seyyar sinemacı gelmiş, sekiz yaşındaki Ahmet’in hayatının bundan sonraki akışını tayin etmiş. Hiç sanmam ki, o seyyar sinemacı sinemayı Ahmet kadar seviyor olsun. Sinema rüyalarına girmeye başlamış. Dört yıl sonra, İsmail’le birlikte sinema makinesi yapmaya girişmişler. Üç yıl uğraşıp, sonunda yapmışlar. Tıpkı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ta gördüğümüz gibi, yalvar yakar parça filmler toplamışlar, kareleri birbirine ekleyip birkaç saniyelik görüntüler elde etmişler (filmde Hüseyin’in kızdığı adam, sonunda insafa gelip “hareket etmiş” yani), ahırda köylülerine göstermişler.

AYKIRI BİR ÇOCUK
Ancak, tek uğraşları, ne kadar çetin bir iş olsa da, sinema makinesi yapma, film gösterme değil. Ahmet Uluçay, hep aykırı bir çocuk olmuş. Örneğin, bütün kelimeleri tersinden okurmuş, markaların amblemlerini çizermiş. Hadi bunlar neyse ne de, bir gün evlerinin bahçesinde heykel yapmaya kalkışmış. Heykelin ağzı-yüzü ortaya çıkınca babası fark etmiş, köpürmüş. Babası ona “24 saatte 48 yön değiştiriyorsun” da dermiş. “Babamı asla şaşırtmamak için değiştirmediğim yönüm kalmıyor,” demiş bir söyleşide (izdiham.com). “Babam beni böyle işlerle uğraştığım için hep hakir görürdü. Babamın desteğini hiç almadım. Azıcık destek verseydi böyle olmazdı. Şimdi bile onun desteğini arıyorum. Babamla ilgili yaşadığım her şey içimi sızlatıyor.”

Sinemaya ilk merak sardığında da karşı çıkmış babası. Ama bir tek onun karşı çıktığını söylemek haksızlık olur. O sinemaya ilk merak sardığında bu işlerin zengin çocuk işi olduğunu söyleyen ailesi, fertleri zamanla değişse de, karşı çıkışlarını sürdürmüş. Çünkü sonuç olarak Uluçay, bir emekçi sıfatıyla farklı işlerde binbir zorlukla kazandığı parayı sinemaya yatırıp “heba” eden biri. Kendi deyişiyle, onları da yoksulluğa itiyor. İnşaat işçiliği yapmış, kamyon sürmüş, yem fabrikasında çalışmış. “Bir kamyon kullanırdım, görenler hayran kalırdı. Kamyonun egzost sesiyle şiirler yazardım. Diyecekseniz ki kamyon egzostuyla şiir yazılır mı? Yazılır. Bir de klasik olur. Ama bunu hissedecek ve hissettirecek bir ruha sahip olmanız gerekiyor,” demiş aynı söyleşide. Genç yaşta köyde ona uygun bulunan “Şair Ahmet” lakabının hakkını vermiş hep.

'KÖYDE SİNEMACILIK OYNAYAN ADAM'
Ama her şeyin bir bedeli var. Sinema inadı yüzünden yalnızca ailesiyle değil, köylüleriyle de ters düşmüş, “Köyde sinemacılık oynayan adam” olmayı alıp kabullenmiş. “Hayata giremiyorum. Bir uyumsuzluğum var” demesi, zaman zaman yalnızlıktan yakınması bu yüzden. Belki de, onu koşulsuz olarak kabul eden çocuklarla çalışmayı bu yüzden tercih ediyor. Film yaparken de dönüyor çocukluğuna... İçinde özenle koruduğu bir şey, hep kalmak istediği bir diyar. Çocukluğunu bir define olarak görüyor. Onun değerini hiç azaltmayan naif yaklaşımının da temelinde bu var. Çocuk kalmış, çocukken değer verdiği her neyse ona değer vermeyi sürdürmüş, yolundan şaşmamış. Var gücüyle, elinden geldiğince filmlerini yapıyor. “Ben film yaparken ‘Bunun kuralı bu’ demiyorum. Sadece ‘Söyle kalbim’ diyorum."

Hem film yapmak için, hem o filmleri tanıtmak için, önce arkadaşlarıyla, sonra tek başına verdiği mücadele onun hem inancını, hem savaşkan ruhunu ta başından beri kanıtlamıştı. İsmail ile ikisi, Almanya’da çalışan bir gurbetçiden döküntü bir VHS kamera almışlar. 1992 yılında da ilk filmleri, “Optik Düşler”i çekmişler. Filmi İsmail kurgulamış (Ahmet, o sinemayı bıraktığı için çok üzülüyor. Devam etseydi, çok iyi bir görüntü yönetmeni olacağını söylüyor). Sonra filmlerini koltuklarının altına alıp Anadolu Üniversitesi’ne gitmişler. Ahmet Uluçay, “Bizi dekana çıkardılar” diyor. “Prof. Dr. Dursun Gökdağ, bizi görünce ve dinleyince şaşırdı. Herhalde köy düğünü çekip getirdiğimizi düşündü. Ama yine de salonu hazırlattı. Filmi seyrettikten sonra şaşkınlığını gizleyemedi.” Doğrusu, şaşırmayacak gibi değildi. Hele Ahmet, her şeyi nasıl, ne şartlarda kotardıklarını rahat rahat anlatınca.

'BİRİSİ BİR ŞEY DERSE ÖLÜRMÜŞÜM GİBİ GELİYOR'
Ama onun meselesi, sadece bir “köylü yönetmen” meselesi değil, hoş bir tuhaflık da değil. Uluçay, bugün de, çevresine yabancılaşma pahasına sinemayı her şeyin üstünde tutan bir adam. Ödüllü bir yönetmen. Sadece “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la değil, ilk kısa filminden bu yana, kısa filmleri ve belgeselleriyle de. Yirmiyi aşkın ödül kazandı. Ayrıca, kendine güvenen bir sinemacı. “Tavşanlının Sesi”ndeydi, galiba, İstanbul’a ödülü almak için gittiğini söylüyordu. Buna karşılık törenin ertesi günü, Beyoğlu Sineması’ndaki gösterim sonrasında şaşkın, hatta endişeli bir hali var gibiydi. Seyircinin tepkisinden çekiniyordu. Filmi Festival’de gösterilmeden önce de Radikal’den Olkan Özyurt’a, "Seyirciyle birlikte filmi izlemeye korkuyorum, sonunda boyumun ölçüsünü alacağım. Birisi bir şey derse ölürmüşüm gibi geliyor" demiş. Ahmet’in hayatına, sinemasına damgasını vuran samimiyetin bir başka tezahürü.

50 yaşını aşmış bir adam, Kütahya, Tepecik’ten... Şu sıralar evinde yatıyormuş daha çok; çayı, sigarası varsa, sorunu da yok. Kırk yıldan fazladır, kendini sinemaya vermiş, uğraşıp duruyor, aşkla film yapıyor. Kendi hayatını, gündelik hayatını, adeta zamansız bir Ege kasabasını, köyünü anlatıyor. Çocukluğunu da bir kez daha canlandırıyor. Hâlâ eskisi gibi yalnız, hâlâ seçiminde kararlı. Gerçi şu sıralar yeni filminden çok yeni kitabıyla uğraşıyormuş dediler, ama bu da büyük ihtimalle, istediği “malzemeyle” diyelim, film çekemeyişinin bir sonucu. Evveleski pelikül tutkunu olan Ahmet, aksi takdirde uzun metrajlı filmi hiç çekemeyeceği korkusuyla, “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”ı çekerken dijital video kullanmak zorunda kalmış. Dert olmuş içine... Sağlık durumu da iyi değil. Beynindeki tümör yüzünden iki kere ameliyat oldu, uzun süredir hasta. Ama romanı “Kemikler”i yazıyor, gene kendi hayatından kaynaklanan bir filmi çekmeye, bir kamyon şoförünün uzun yol hikâyesini anlatmaya hazırlanıyor. “Bozkırdaki Deniz Kabukları” onun adı mı, emin değilim. Kabuklarla ne derdi olduğu sorulduğunda, “Kabuğumu çatlatmaya çalışıyorum,” demiş.

Uluçay, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde 2004 yılında “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la En İyi Türk Filmi ödülü aldı. San Sebastian ve Montpellier’den ödülle döndü, Ankara Film Festivali’nde büyük ödüle layık bulundu. Aslında şan-şöhrete, tanınmış olup olmamaya, genelde ödüllere pek aldırmayan bir adamdır ama bu ödüller gene de onu sevindirdi. Bunca zamandır kendini kandırmış olmadığını anladı. Bir emekçi olarak sinemaya lüks bir sanat dalı gözüyle bakmamakta haklı olduğunu anladı. Bir şiirinde, “Hıdırtepe’den topladığım çiçekler de soldu ellerimde.” demiş. Ne mutlu ki, sinemasının çiçekleri solmadı, solmayacak da.

Sayfa Yükleniyor...