Bir bilimadamı nasıl olmalıdır?

Ali DEMİRSOY'un bu yazısı, NTV BLM dergisi Mayıs 2010 sayısındaki 'forum' köşesinden alınmıştır.

Bir bilimadamı nasıl olmalıdır?

Sorunun yanıtını vermeden önce, bir kavram kargaşasını açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İlim adamlığı, bilimadamlığı ve öğretim üyeliği, geçmişten bugüne değin toplumumuzda birbiri içine karıştırılmış ve neredeyse birbirinden ayrılmamış kavramlar. Ancak, hepsinin birbirinden farklı sınırları var.

Bilim kelimesi 1930’larda dilimize yerleşmiş. Bunun öncesinde kullanılan “ilim” kavramı, doğanın mekaniğinden ziyade, ağırlıklı olarak dini konularla ilgileniyordu. Zaman içerisinde temel bilimlerdeki bilgi birikiminin artışı, bu iki alanı birbirinden ayırma ihtiyacını doğurdu.

İki kavramın özünde yatan en önemli farklılık, metodolojiden kaynaklanıyor. İlim deneysel ispata gerek duymaz ve metafizik dünyayı yorumlamaya çalışırken, bilim sayılabilen, tartılabilen, gözlenebilen ve aynı sonuçları verebilen nicel verilere ihtiyaç duyar. Zaten her ikisinin çalışma konuları da farklıdır. Bu bağlamda, bu iki kavramı aynı potada eritmek doğru bir yaklaşım olmaz.

Bilim vahiyle, mucizeyle, kolay yoldan insana verilen bir olgu değildir. Kısa yoldan, din kitaplarındaki ipuçlarıyla bilim yapılabileceğine inanmak, toplumu yanlışa sürükleyen boş bir hayalin ötesine geçmez. Gelişimin özünde, toplumun bu boş inanıştan kurtulması yatar. Bilim asla gökten inmez; sabır, büyük emek ve çok çalışmanın sonucunda gelir.

Bilimadamının yetiştirilmesinde hangi duygu ve yöntemlerin kullanılması gerektiği sorusu sıklıkla karşıma çıkıyor. Evrimle ilgilenen bir biyolog olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki empati ve merak, evrimsel süreçte insan doğasına katılmış olan en önemli iki duygu; insanı hayvandan ayıran özelliklerin de başında geliyor. Bir düşünür, bu iki duyguya sahip değilse, düşünür sayılmaz. Bir bilimadamı içinse, en önemli özellik meraktır.

Bir çocuk, sinir sisteminin bağlantı noktaları olan sinapsların gelişme süreci boyunca dogmatik bir bakışla yetiştirilirse, merak duygusu körelir. Soru sormayı bırakır ve yargılama yetisinden uzak, teslimiyetçi bir kişiliğe bürünür. Özellikle 7-10 yaşlarına kadar olan çocukların soruları asla yanıtsız bırakılmamalı. Verilen cevap tam ve kesin olmayabilir; ama burada önemli olan çocuğu düşünmeye itmektir. “Su küçüğün, söz büyüğün” deyişi toplumumuzun bakış açısını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Bu yaklaşımın bir an önce terkedilmesi gerek, çünkü çocukların konuşmasını ve soru sormasını engelleyen bir terbiye bu.

Bir bilimadamı nasıl olmalıdır? - 1

Oysa çocuğun merak duygusunu köreltmemeli, aksine güçlendirmeliyiz. Sorularına bilimsel gerçekleri saklamadan ve saptırmadan yanıt vermeliyiz, bir noktaya ulaşmak için sabırla yola çıkmaları ve çaba göstermeleri gerektiğini öğretmeliyiz, onları topluma yararlı konulara ilgi duyacak şekilde yetiştirmeliyiz.

Bilimadamının temel uğraşı doğanın kendisi olduğundan, kendi cinsi, ırkı, milliyeti, siyasi görüşü, dili ve dini önemini yitirmek zorunda. Bilimadamı her yönüyle tarafsız, bağımsız, ticari kaygıdan uzak olmalı ve evrensel kuralları uygulamalı. Bu ideal yaklaşım, ne yazık ki büyük bilimadamları yetiştiren aydın ülkelerde bile tam anlamıyla işlemiyor. Yakın tarihte Nazi Almanyası’nda insan öldürmeye yönelik cihaz ve ürünlerin geliştirilmesi, tam da bu durumu yansıtan bir örnek. Duygusal bakış açısını bir kenara koyarak baktığımızda, bu ölümcül aygıtları geliştiren insanların da aslında birer bilimadamı olduklarını görüyoruz. Şeker pancarından dinamit yapan kişi de, ne düşünürsek düşünelim bir bilimadamıdır. Çünkü bilimadamının sosyal bir sorumluluğu yoktur. O, yalnızca bilimle ilgilenir.

Bilimin gelişimine baktığımızda, başlangıçta herhangi bir kurumsal yapının bulunmadığını görürüz. Söndürülemez bir merak duygusuna sahip araştırmacılar tamamen bireysel hareket ediyor, kimi zaman da küçük gruplar halinde biraraya gelerek birikimlerini paylaşıyorlardı. Bu çalışmaların ekonomik kazanç elde etmede yararlı olabileceğini gören aristokratlar, araştırmacıları çevrelerinde toplayarak desteklemeye başladılar. Bu durum önce bilimsel gelişime ivme verdi ama araştırmacıyı taraflılığa itebildiği için tehlikeli bir yaklaşımdı. Bu yanlış yöntemin önüne geçebilmek amacıyla, bilimin belli bir grubun tekeline terkedilmemesi kararlaştırıldı. Böylece, bilimsel odaklı kurumlar olan üniversiteler (evrensel anlamındaki “universal”den gelir) kurulmaya başlandı. Üniversitenin doğuşu, bilim açısından son derece önemli olan yeni bir kavramı, öğretim üyeliğini beraberinde getirdi.

Daha önce verdiğimiz örnekteki gibi, öldürücü bir madde geliştirmeye çalışan biri bilimadamı olabilir, ama kesinlikle öğretim üyesi olamaz. Çünkü bir öğretim üyesi, bilimadamı sıfatının yanında, topluma karşı sorumluluk duygusu da taşımalıdır.

Kendimden bir örnek vereyim. Ülkemi, uğrunda yaşamımı canı gönülden verecek kadar seviyorum. Ancak, bugünkü Avrupa Birliği politikası hakkında görüşüm sorulacak olursa, bilimadamı kimliği altında cevabım “Avrupa’nın bizi kesinlikle üye yapmaması gerektiği” yönünde olacaktır. Çünkü içinde bulunduğumuz sosyoekonomik yapı, bu birliğe üye olmak için yeterliliği sağlamıyor. Bunun yanında konuya bir öğretim üyesi olarak yaklaştığımda, aynı soruya vereceğim cevap tam tersi yönde olacaktır. Kişiler bilimadamlığı kimlikleri altında işte bu tarafsızlığa sahip olmadıkları sürece, ancak kendilerini kandırmış olacaklardır.

Toplumumuzda bilimadamından çok, öğretim üyesi yetiştirmeye ağırlık verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada önemli olan nokta, bir ustaçırak ilişkisinin kurulmasının gerekliliği. Çünkü öğrenci, ustasıyla aynı deney tüpüne ya da mikroskoba bakarken, benzer bakış açısını yakalar ve bu bakış açısını ileriye taşır. Bu yaklaşım, dış toplumlarda gördüğümüz fakat ülkemizde henüz yerleşmemiş olan “ekol” kavramının gelişmesini sağlayacaktır. Bakış açısında yüzyıllara dayanan sürekliliğin sağlanması, gerçek anlamdaki bilgi birikimini inşa edecektir. Ülkemizde her yıl üretilen makale sayısı 1950’lilere göre kat be kat fazlayken, herhangi bir konuda verilen örnekler bir önceki nesle değil çok daha gerilere dayanıyor. Bunun nedeni, o yıllarda sürdürülen ekollerin artık günümüzde bulunmaması.

Bugün bir öğrencimiz, başka bir ülkedeki herhangi bir metodu, başında bir yol gösterici olmadan başarılı bir şekilde kendi çalışmasına uygulayabilir ve son derece geçerli yayınlar ortaya koyabilir. Fakat bu, ona bir öğretim üyesi olabilmesi için yeterli gücü vermez. Çünkü bizzat içinden geldiği bir ekole sahip değildir. Oysa kişi, bilgisini destekleyecek her türlü donanıma sahip olmalıdır.

Bir öğretim görevlisi, her yönüyle örnek alınabilecek bir kişi olmalıdır ve davranış şeklini de gelecek nesillere aktarabilmelidir. Örnek gösterilebildiğiniz ölçüde öğretim görevlisi olursunuz, makale sayınızla değil. Bugün hangi aile, çocuğunun hangi öğretim görevlisi gibi olmasını, onu örnek alarak yetişmesini diliyor?

Bu noktada yanlış anlaşılmaması gerekense, ekol sahibi olmanın değişmez olmak anlamına gelmediği. Her an form değiştiren bir evrende değişmeden kalmaya çalışmak bilimadamının itileceği en büyük hata olacaktır. Bilimadamı bildiklerini söylemeli ve savunmalı, ancak yeni gelişmeler ışığında olası hatalarından geri adım atarak bilgilerini tekrar değerlendirebilme olgunluğunu gösterebilmelidir. Unutulmaması gereken, değişmez kurallara göre bilimadamı değil, ancak heykel yetiştirilebileceğidir.

Ali DEMİRSOY

Bir bilimadamı nasıl olmalıdır? - 2

Sayfa Yükleniyor...