Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim...

Enis Batur'un yeni kitabı Sır'daki gizemli çalgıcının kim olduğunu sonsuza kadar öğrenemeyeceğiz belki. Gerçek olup olmadığını da. Ama iz sürmeyi sevenler, yazarla okuyucusu arasındaki "Oynaşı"nın tadını unutamayacaklar.

Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim...

En çok öykündüğü canlının örümcek olduğunu söyleyen Enis Batur'un, "Sır- Bir Oynaşı" kitabını gerçekten anlamış olmak için sınırlı sürede iki kitap okumam, bir film izlemem ve bol bol müzik dinlemem gerekti: Pascal Quignard'ın 'Dünyanın Bütün Sabahları', Thierry Zarcone’nin 'İslam'da Sır ve Gizli Cemiyetler' kitabı ve 'Dünyanın Bütün Sabahları' filmi ile Jordi Savall, Sainte-Colombe ve Bach'ın müziklerini.

Enis Batur'un deyişiyle, "söylenmemiş tarafı, söylenmiş tarafı kadar önem taşıyan bir kitap" Sır.

Yazarın kurduğu ağın içinden çıkabilmek için kafamda onlarca polisiye senaryo kurdum. Söyleşiyi okuyacak olanların kendilerini hazırlamaları için de bazı ipuçları veriyorum: Kullanılmamış yetenek, ser verip sır vermeme, başarı ve bozgun’un sınırları, Jordi Savall, Figueras, evcilleşmeyen bir çalgı viyola da gamba. Yani Sainte- Colombe ve öğrencisi Marin Marais. 

Hazırsanız, başlayalım...

Orada, yeryüzünde pek az kulağa erişmiş bir ses yaşıyor”

Onunla, zorun zorunu deniyordu her seferinde Musikinin anlamı, evreni, sınırları, ses ve sessizlik üzerine ağzından çıkanları bir başkasına anlatamazdı...
Server Dede, Omphalos’un arkasından cevap veren kâhin gibiydi, yüzünü dibi görünmez yarığın içinden seçebiliyordu...
Bir gün, nasıl böyle dinleyebildiğini sordu ona. Yalın, kısa cümlelerle “can kulağı”nın ne anlama geldiğini, buna karşılık, gerekmedikçe konuşmanın, sözalmanın zayıflığını bilmek, nefsine yedirmek gereğini anlattı... Server Dede uyarıyordu her çıkış yapışında: akıl, hiçbir sırrın çilingiri olamaz, kalbin işlemiyorsa duvara, duvarlardan birine değilse öbürüne varırsın. Sır konusunda zorlamaya kalktı kaç kez, ser vermedi Server Dede: Ona kimse seni ulaştıramaz, bir tek kendi yolun çıkabilirse çıkar oraya, kimse götüremez hiçbirimizi kapısına.


İnanın, söyleşi için üzerinde en çok çalıştığım kitap bu diyebilirim. Size ne kadar çalıştığımı göstermek için okuduğum diğer kitapları ve notları da göstermek istiyorum.
Oooo, bayağı bir çileye girmişsin.

Buna rağmen ıskalarsam, yazar olarak sizin de bana söyleyeceğiniz bir çift laf olur diye düşünüyorum...
(Gülüyor)

Sır’ı 2003’de farklı şekilde yayınlamışsınız. 
Doğru, gerçekten bana bir hikaye ısmarlandı ve küçücük bir nesne olarak -8,10 sayfa - bana göre çok yüksek tirajlı, 30 bin adet basıldı. Bu doğru. Orada bir “oyun” yok. Ama o metni olduğu gibi buraya aldım. Kitap, o metin ile başlıyor. Önhikaye dediğim şey, o metin.

Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim... - 1

Orada da “Oynaşı” alt başlığı var mıydı?
Yoktu. Orada, “oynaşı” yoktu.

Burada olan, şu: “Tam olmadı”, istediğim gibi olmadı duygusu düşüncesi yazarın yakasını bırakmamış; yanlış bir hamleyi unutmak, gözardı etmek, bir kenara itmek varken, öyküyü tetikleyen ana tasaya kilitlenmiş, aradan belli bir süre geçince olay mahalline dönmüş, yeni bir defter açarak, Sır’ın yerine Sır’ı yazmaya koyulmuş, biri ötekinin içinde erisin, tohum harekete geçsin istemiş. (syf. 88)

Kitabın öyküsü, ısmarlanan öykünün sizi tatmin etmemesi, sizi yeni bir kitap yazmaya, sözü biraz daha açmaya, derinleştirmeye  götürdü. Buradaki  oynaşı, aynı zamanda yazarla okur arasında da...
Tabii, bir yandan da.

Boşlukları okurun doldurması gerekiyor. Anlatı sanatının aslında aldatı sanatı olduğuna ilişkin ipuçları veriyorsunuz: ”Gerçekle kurmaca, sahici ile sahte, hakiki ile düşsel aynı zeminde sınır çizgileri silinmiş biçimde yanyana, içiçe durduklarında, okurlarımdan ‘kurban statüsü’ne girmiş olmayı  isyan duygusuyla karşılayanlar oldu...” 'Sır- Bir Oynaşı' kitabını okuduktan sonra metni bir öncekine göre daha açık bulanlar oldu mu acaba?
Hayır, olmadı. Ama bu benim söylediğim durum sadece “Sır”a özgü olmadığı için, diyelim ki son 25 yıl içinde yazdığım birçok metinle ya da kitapla ilgili, buradaki olabileceklere benzeyen şeyler oldu zaten, onları yaşadım. Örneğin bir seferinde fantazi olsun diye, -bence çok açık gibi görünüyordu aslında- “Unutulmuş bir yazar, Kosta Panoyef” diye bir yazı yazdım. İşte, ’de yaşayan bir azınlık üyesi Kosta Panoyef, çeviri kitapları var ve bunlar piyasada bulunuyor. Bu kitapları künyeleriyle, yazıldıkları tarihin diliyle anlatan, Milli Kütüphane’den bunların izini nasıl bulduğumu gösteren bir denemeydi. Ama o denemenin içinde, işte bir kitabın Selahattin Hilav’da olduğunu öğreniyorum ondan istiyorum, sonra bir başkası bana haber veriyor, arıyormuşsun ben de de şu var diye..”, bu tarz bir denemeydi. Bana öyle geliyordu ki, herşey açıktı. Kosta Panoyef’i bütünüyle benim uydurduğum anlaşılıyor gibi hissetmiştim ben. Oysa o yayınlandıktan sonra buna inananlar oldu. Kosta Panoyef’in kitaplarını aramak için Milli Kütüphane’ye gidenler oldu. Ve bir anda anladım ki, çok sahici bir biçimde biri inşa edilip anlatıldığı zaman, okur bunu gerçek olarak görüyor.

Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim... - 2

Bu istediğiniz bir sonuç mu?
Hayır, o zaman çok düşündüğüm bir durum değildi. Dediğim gibi, okurlar büyük ihtimalle bunun bir fantazi olduğunu anlayacaklar diye yazmıştım. Ama başıma bunlar geldikten sonra, ben bu oyunu sevdim. Bu oyunu sevdim ve pek çok kitabımda bu tarz bir eğilime kendimi kaptırdım. Yani gerçekle - gerçekdışının ya da hayal gücümün ürettikleriyle gerçek hayattan aldıklarımın içiçe geçip ayırt edilmesi mümkün olmayacak bir biçimde birbirlerine kenetlenmesi durumu doğdu. Bir de bu yetmiyormuş gibi, zaman ilerledikçe bunu biraz daha katmerleştirmeye başladım. 'Sır’da bu var. Örneğin Jordi Savall’in bir aşamada “Yaaa, hakikaten benim böyle bir sınıf arkadaşım var mıydı?” diye düşünmüş olması, işte bu katmerlenme durumunun bir sonucu. Hem büyük bir ihtimalle Jordi Savall kitabımı okursa, bunu düşünecektir diye düşünüyorum. Yani, “Böyle bir sınıf arkadaşım olmuş olabilir mi?” diye düşünecektir diye düşünüyorum.

Okuru çok yukarıya çeken bir yazar olduğunuz açık. Zaman zaman okura kök söktürme durumu, kolay metinlere alışmış okurlar için çok zorlayıcı olabiliyor ama bir taraftan da gerçekten okur olarak bir kademe atlamış olduğumuzu hissediyoruz. En azından bir sonraki kitabınıza hazırlıyorsunuz. Bir okur olarak size teşekkür etmek istiyorum.
Sağolun.

ALİ ZORLU’NUN GERÇEK OLMADIĞINI NEREDEN BİLİYORSUNUZ?
Tekrar, gerçeklikle- kurgunun içiçe geçtiğine dair bölüme bağlayarak soracağım. Jordi Savall karakteri bir gerçek. Aslında kahramanınız Ali Zorlu dışındaki herkes gerçek görünüyor metinlerde.
Ali Zorlu’nun gerçek olmadığını nereden biliyorsunuz?

“Ali Zorlu gerçek mi?” diye soruyorum o zaman.
Bu kitaptaki herşey gerçek aslında.

Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim... - 3

Sizin gerçeğiniz mi?
Bu kitabın yazı gerçekliğinin sonucu. Yani Jordi Savall ne kadar gerçekse bu kitabın içinde, Ali Zorlu da o kadar gerçek. Yani, “Böyle biri yoktur”, diyebiliyor musunuz, örneğin? Olamaz diyebiliyor musunuz?

Hayır... Çünkü siz o sırrı vermemek için o kadar farklı yerlere  gönderme yapıyorsunuz.Thierry Zarcone’nin gönderme yaptığınız "İslam'da Sır ve Gizli Cemiyetler" kitabında Bektaşilik, tasavvuf, ser ve sır kavramı üzerinde yoğunlaşıyor okur. “Her kulak tarafından işitilmek, her göz tarafından görülmek istemeyen” i, Ali Zorlu’yu, gerçek kişi Enis Batur olarak görmüşsünüz hissine kapıldım.
Tabii, kitapta zaten öyle bir gönderme veya vurgu var. Bir biçimde ben onun tarafından görülmeye layık görülmüşüm. Birkaç nedenle; Gesualdo üzerine yazdığım kitap yüzünden veya ondan sonraki yazışmalarda benim mektuplarımdan alabildikleriyle Ali Zorlu, sonuçta kendisini bana göstermiş durumda.

Kur’an, musikiden saltık bir boyut bekliyordu, insanı en engin noktaya çekip çıkarmasını. Uzaklaştırıcı, oyalayıcı yanını elinin tersiyle itiyordu. Peygamberin bakış açısıyla Bach’ınkini buluşturmuuştu kafasında: Kazaya pay tanımak istemeyen, doğaçlamayı bile ilahi takdire bırakan o perspektifle uzlaşamayacağı açıkça ortadaydı.

Bach’ın müziğe yaklaşımıyla Kur'an ve Hz. Muhammed arasında paralelik kurulması...
Bunlar Ali Zorlu’nun düşünceleri.

BAŞKA DEĞER SİSTEMLERİ BANA ÇEKİCİ GELİYOR
Enis Batur sonraki kitaplarında daha çok tasavvuf konusuna değinecek, mistizme biraz daha yakın duracakmış gibi geldi bana.
Bilemiyorum tabii. Şimdiden bunu söylemem güç ama, zaten tasavvuf kültürüne yönelik bir ilgim var. Bunun ötesinde Türkiye’de her ailenin içinde muhakkak ki bir biçimde daha dindar olan akrabalar olur. En Kemalist, en laik aileyi düşünürsek, ki örneğin benim ailem bu tarz bir aile. Benim baba tarafımda oldukça dindar bireyler vardı. Benim babaannem beş vakit namaz kılan, İstanbul’un bütün yatır haritasını ezebere bilen sık sık onları ziyaret eden ama İtalyan Lisesi’nde okumuş, org çalan bir kadın. Babamın büyük amcası Rufai Tekkesi Şeyhi’ydi. Yani her ailenin içinde bu tarz uzak-yakın akrabalar olabilir. Bazı ailelerde daha yoğun olabilir. Dolayısıyla bu bireylerden biri ile karşılaşıldığında, -ki ben tabii babaannemi tanıdım. Babamın büyük amcasını tanımadım ama. Babaannemin bana göre uzak ona göre yakın bazı akrabalarına birlikte giderdik ve onlar bayağı bu tasavvuf ritüelinin içinde yaşayan insanlardı. Beni etkilemişlerdi çocukluğumda. Bir iç değer sistemi geliştirdikleri için etkiliyorlar. Yazar dediğimiz insan, bütün yazdıklarıyla bir değer sistemi kurmaya yönelir. Estetik, etik, politik, farklı katmanlardan oluşan bütün bir değer sistemi oluşur bu yazdıklarının içinde. Ama bunlar ille de din ağırlıklı olmak, inanç ağırlıklı olmak durumunda değildir. Örneğin benim durumumda  böyle birşey yok; böyle bir konumum yok benim. Ama başka değer sistemleri bana çekici geliyor. Dolayısıyla müzik bağlamında düşünürsek, bütün müzik dünyası somut değerler üzerine kurulu. Çünkü her nota bir değer. “Do” sesi, kendi  içinde matematiksel kesinlik taşıyan bir değerdir. Bütün o değerlerin yanyana gelmesinden oluşan bir beste, artı bir üst değer oluşturur. Ve bu değer paylaşılır. Çalanla dinleyen arasında bir paylaşım alanı yaratır. Dolayısıyla orada da, müzik dünyası dediğimiz dünyanın içinde oldukça çetrefil, karmaşık, büyük bir makrokozm oluşur. Bu, sözgelimi tasavvufla pekala karşılaştırılabilecek ortaklıklar taşır kendi içinde. Onun için burada bütün bu unsurlar yanyana gelebildi. Çünkü hayat farklı kesitlerden oluşuyor. Bu farklı kesitlerin içinde de insan düşünmeye başladıkça, önceden göremediği bir sürü ortaklıklar görmeye başlıyor.



TASAVVUFA DALACAĞIMI HESAPLAMAMIŞTIM
Benim için her kitap bilinmeye doğru bir macera. Yazmaya başladığım zaman ne yazacağımı bilerek bir kitaba girmem. Bir çatı oluştururum, bir çerçeve çizerim, benim için çok çekici olan bazı alanlar açılmıştır, oraya doğru ilerleyeceğimi bilirim ama metin bittiğinde varacağım noktayı önceden kestirmem sözkonusu değil. Örneğin, 'Sır’ı yazarken tasavvufa dalacağımı hesaplamamıştım. Bach’a yeniden döneceğimi düşünmemiştim. Bunlar taammüden kurgulanmış şeyler değil. Yazdıkça insanın önünde birşeyler açılıyor. Tabii, okur bunu hiçbir zaman bilemez. Karşıda 100 sayfalık bir kitap var.

99 sayfa...
(Gülerek..) 99 sayfalık bir kitap var. Okur, bu kitaptan bir o kadar eksildiğini bilemez, örneğin. Bu kitap, buraya indi sonunda. Birçok şeyi düştüm, azalttım. Ekonomisini daha yüksek tutmaya karar verdim. Niçin? söylenmemiş tarafı, söylenmiş tarafı kadar önem taşıyan bir kitap çıktı ortaya. Zaten genellikle benim yazdıklarımda oldukça belirgin bir özelliktir bu.

BİR TÜR OKURA ÇOK GÜVENİYORUM
Okura çok güveniyorsunuz o zaman...
Bir tür okura çok güveniyorum, bir tür okura.

Boşlukları okurun doldurması, okur konumundan yazar konumuna geçmesi, kitapta da üzerinde durduğunuz birşey. “Satıraralarını sessizlikle döşeyen” Enis Batur, böyle bir görevlendirme yapıyor okura. Bu, bir anlamda okuru da onore etmek bence.
Yazarın yüksek bir noktadan tebasına bakar gibi okuruna bakması durumu, benim hiç paylaşmadığım bir durum. Ben, averaj okur denilen okuru küçümseyebilirim, o ayrı. Kötü metinleri okuduğunu düşündüğüm okur topluluklarını çok değerli bulmayabilirim, bu farklı birşey.

OKUR BENİMLE EŞDEĞER BİR NOKTADA OLMALI
Ama bir biçimde metinler veya kitaplar yazıyorsam, bunları sonuçta okura gönderiyorsam, o okurun benden daha aşağı bir noktada olduğunu düşünmem bence bu yazar olarak kendimi alçaltmam olur. Benimle eşdeğer bir noktada olmalı okur. Ve öyle değilse de okumamasını göze alıyorum. Ama daha fazla sayıda okur yazdıklarımı okusun, onun için de ben sadeleştireyim, ufaltayım, açıklamalar koyayım, okur şimdi bunu anlamayabilir, ona daha fazla ışık tutayım gibi bir yaklaşımı ben megolomanyak bir yaklaşım olarak görüyorum. “Ben üstünüm, bütün okurlardan üstünüm, onlara doğru ineyim”, gibi bir yaklaşım olamaz. Oysa ben dünyada ve Türkiye’de birçok okurun benimle aynı düzeyde olduğunu düşünüyorum ve onlara gönderiyorum yazdıklarımı.  

BU OKUR NÜFUSUNUN AZ OLMASI BENİM SUÇUM DEĞİL
Bir yandan da daha alt düzeyde okuma alışkanlığı olan okura karşı kendinizi perdeliyorsunuz diye düşünüyorum. Tıpkı, ”Her kulak tarafından duyulmak” istemeyen kahramanınız  Ali Zorlu gibi.
Perdelemek derken, “hadi perdeleyim” diyerek perdelemiyoruz sonuçta. Bir düzey tespiti yapıyor insan yazarken. O düzey tespiti kendiliğinden bir perdeleme oluşturuyordur, bunda şüphe yok. Ama tam da demin dediğim gibi, o düzey tespiti baştan okurla eşit konuma yerleşebilme kaygısına dayanıyorsa, bu okur nüfusunun az olması, benim suçum değil. Onların daha fazla sayıda olmalarını engelleyen ben değilim. Türkiye’nin eğitim sistemi, kültüre bakışı, bütün bunlar faktörler. Örneğin kültürel açıdan daha gelişmiş ülkelerde benim gibi yazarların okur sayıları daha fazla. Ama o yazarlara ancak şanslı yazarlar diye bakabiliriz. Onlar o okurların nüfusunu belirleyen insanlar değil sonuçta. İtalya da Italo Calvino’nun kitaplarını 100 bin kişi okuyorsa, bunu Calvino’ya mal edemeyiz. Oradaki genel kültürel düzeyin yüksekliğiyle ilgili birşeydir.

SIR’IN BAZI OKURLARI YENİ DOĞMUŞ OLABİLİRLER
“Türkiye’de bu genel düzey düşük, o zaman ben onlara göre yazayım” demek, benim tarzım hiç değil. Kaç kişilerse o kadarlar diye düşüneceğim. Bir de ben öleceğim ama bugünün okurları da ölecek. Yarın yeni okurlar olacak. Şimdi benim yazdığım kitapların, örneğin 'Sır’ın bazı okurları yeni doğmuş olabilirler. Bazıları yirmi sene sonra doğacak olabilirler. Ben onları da düşünerek yazmayı tercih eden biriyim.

Yazı adamlığının belki de en zor yanlarından biri bu, değil mi?
Bir noktada çok gecikmeden, erken yaşta karar veriliyorsa bir zorluğu yok. Ama bir ikilem içinde yaşanıyorsa, -ki ben ikilem içinde yaşayan yazarlar görüyorum-, bir yandan ürünleri nitelikle olsun bir yandan da çok okura ulaşsın istiyorlar. Bu ikisi olmuyor, biraraya gelmiyor.

EDEBİYATÇILARIN DA BAŞARIYA ULAŞMASI İSTENİYOR AMA...
Şu anda geçerli olan şey popüler olmak, çok sayıda okura ulaşmak...
Tabii, başarı kavramı çok önem kazandı Turgut Özal’dan bu yana. Kapitalist düzenin tılsımlı kelimesi, her alanda olduğu gibi edebiyatçıların da başarıya ulaşması isteniyor. Ama başarıdan neyi kastediyoruz, ona bir bakmamız lâzım. Yani, ticari başarı elde etmek bir başarı türü, bir de yazdığı metinlerin gönlünce başarılı olmasını dilemek, bir yazarın ulaşabileceği en yüksek irtifaya ulaşma çabası verdikten sonra ortaya çıkan ürünü başarılı bulması başka birşey demek. Çünkü bu ikinciyi çok sayıda insanla paylaşmak mümkün olmuyor.

Kur’an, musikiden saltık bir boyut bekliyordu, insanı en engin noktaya çekip çıkarmasını. Uzaklaştırıcı, oyalayıcı yanını elinin tersiyle itiyordu. Peygamberin bakış açısıyla Bach’ınkini buluşturmuştu kafasında: Kazaya pay tanımak istemeyen, doğaçlamayı bile ilahi takdire bırakan o perspektifle uzlaşamayacağı açıkça ortadaydı.

Yeniden Sır’a dönmek istiyorum. Kitabınızı ithaf ettiğiniz Armağan Ekici, Bach konusunda bir hayli uzman bir isim.
Koyu müziksever, diyelim.



O KADAR DA ŞÜPHELENMEYİN
Kitaptaki kahramanınız Ali Zorlu, Bach’la ilgili iki benzetme yapıyor; terminatör ve Ezgilerin Mesihi. Ali Zorlu ile Armağan Ekici arasında bir benzeşlik kurdum; 'Sır’ı çözmeye çalışırken herşeyden şüpheleniyorum...
O kadar da şüphelenmeyin canım. Bu kitap bir polisiye enigma barındırıyor değil içinde. Örneğin Ali Zorlu’nun Bach üzerine düşünceleri, benim Bach üzerine düşüncelerim değil. Ali Zorlu gibi biri, bütün duruş biçimini bu bakışa borçlu zaten. O geri çekilme, onun arkasında yatan düşünsel bakış açısı oldukça köktenci bir takım gerekçelere bağlanıyor her durumda, bunu görüyoruz. Bunun için bazı okurların zaman zaman bir yazarın kitabındaki bütün görüşleri bir yazara malettiklerini görüyorum. Asıl bundan şüphelenmek gerekir. İlle de o görüşler onundur, anlamına gelmeyebilir. Örneğin burada Ali Zorlu’nun görüşleri, Ali Zorlu’nun görüşleri. Benim Bach’la ilgili görüşüm bu değil. Ama Bach’a böyle de bakılabileceğini gösteriyor Ali Zorlu bize. O kadar mutlak ve matematiksel mükemmellik içinde üretilmiş bir yapıt ki, neredeyse Bach’ı bir Yunan tanrısıyla özdeşleştiriyor. Onu görüyoruz. Bunun bir anlamda müziğe vurulmuş bir darbe olduğunu düşünüyor. Çünkü emprovizasyon kavramı Ali Zorlu’da çok önemli. Doğaçlama diye küçük bir teknik terim gibi gördüğümüz terim, aslında hem bestecinin hem çalgıcının içinden gelene pay bırakma unsuru. Raslantıdan birşey söküp almaktan sözediyor Ali Zorlu hep. Ve bu müzik tarihinde üzerinde durulmuş bir konu aslında. Raslantının payını bırakmak sorunu, bu bazen yorumcu için geçerli, elinde tarif edilmiş bir beste var ama içinden geldiği gibi yer yer onu çalıyorsa, o zaman belki o besteye biraz ihanet ediyor. Ama ondan yeni bir tad çıkarmanın yolunu da arıyor bir yandan. Glenn Gould’un özellikle Bach çalarken ama başka bestecilerin çalarken de kattığı buydu.

İÇİMİZDEKİ HAYVANSILIĞA DA BİR ŞANS TANIMAK...
Tıpatıp aynısını çalmak daha zor değil midir?
Daha zor denemez. Çünkü burada icradan sözettiğimizde de, kafasına göre çalmak diyemeyiz. Gerçekten içinden gelen, ona kattığı birşey var mı? Glenn Gould örneğinde bu var. Gould, öteki herkesin yanlış çaldığı inancına sahip. “Herkes Bach’ı yanlış çalıyor, ben doğrusunu çalıyorum” diyor. Bu doğru olmasa bile, önemli. Bir içtenlik var onun içinde, bir arayış durumu var. Ben bütün bunları kendi kitabımı yazarken, yazı aşamasında yaptığım için emprovizyon olduğunu düşünüyorum zaten. “Bir Oynaşı” nın bir tarafı da bu. Bir tarafı, okurla bir oynaşıyı birlikte paylaşmak, ama bir tarafı da yazma süreci içinde o kendine “içinden geldiği gibi”ye izin verme hakkını da tanımak. Tabii ki denetim bir biçimde. Şairlere yanlış bir biçimde yakıştırılan, bulutların üzerinde gezerek birtakım esin perilerinden aldıkları şeylerle falan değil. İçimizdeki hayvansılığa da bir şans tanımak; ama onu da hep denetliyerek. Hep onunla bilinçle - bilinçdışının arasında bir noktada oyunu oynamak.

Bu kitap Sır’ın Sırrı, Sır’ın...  gibi devam edebilir mi?
Tabii ki olabilir.. "Sır Yeniden" olabilir, "Sırbis" olabilir; ben severim bis’i. Şöyle diyelim: Sır, bu haliyle bitmiş durumda ama beni kışkırtmayı sürdürürse, devamını getirmemek için bir neden yoktur.



BAZI DÜĞÜMLERİ ÇÖZEMEYECEĞİZ
“Yazarın henüz tamamlamadığı bir kitabı, tamamlanmış olsa bile bitmiş olarak niteleyemezsiniz”,  “Yorum yorumdur. Bir kitabın yazarı olmak, o kitaba  ilişkin yorum iktidarı vermez insana” demişsiniz başka bir söyleşide.  Böyle olmasa okurlar kendini çok daha güvensiz hissederlerdi herhalde. Daha tamam bir kitap için ikinci kez vermiş olduğunuz uğraşının hakkını bir okur olarak karşılamak istiyorum.
Ama bunun bir tek doğrusu olamaz. Gerçekten olamaz. Bir kitabın içine yerleşen şey, ne tek bir biçimde okunabilir, ne tek bir biçimde yorumlanabilir.  Bırakın okurlarını, yazarı bile bu konuda bir kesinlikle  içiçe olamaz. Bu konuda ikilemde kalır. Kitap bittikten sonra da ikilemde kalır. Çünkü bir büyük düğüm var, bir de o büyük düğüme bağlı olan bir sürü küçük düğüm var. Bunlar belki topluca bu kitabın düğüm haritasını çıkartıyor. O düğümlerin aralarında derece olarak çözülebilir olanlar vardır. Bir de ne kadar uğraşırsanız uğraşın, yanlış bağlanmış bir ayakkabı bağı gibi en sonunda ya makas kullanıp keseceksiniz ya da yenileyeceksiniz. Yani bazı düğümleri çözemeyeceğiz hayatta. Hayatımız bütün düğümleri çözmek üzerine değil. Bu demek ki, okur da kendi oturduğu koltuktan kitabı okurken kendi düğüm çözme üslubuyla başbaşa olacak. Onu da geçelim, bu malzemeden hareketle yeni düğümler oluşturmak da isteyebilecek. Kafanızda dolaşan soru işaretleri, şüpheler, bu kitabı doğrulayan şeyler bence.

Teşekkür ederim. Gönderme yaptığınız kitaptan öğrendiğime göre Server Dede, bir Osmanlı veziriymiş. Sır’da ise gizemli müzisyeninizin dayısı oluyor.
Server ismi, Türkiye’de yaygın bir isim. Bazı aileler bunun geçmişini iyi tanıyarak, seçerek çocuklarına veriyorlardır ama, yüzde doksanı, “Benim büyükbabamın adı Server’di” deyip çok fazla o işin arkasında “ser verme” fiilinin ne olduğunu bilmiyor olabilirler. Ama ben bu ismi seçerken o büyükdayıya, elbette o bağlantıyı gözeterek seçtim. Başka bir isim burada uygun düşmezdi.

Kullanılmayan yetenek konusu...
Aslında bu konu bu kitabın bu hale gelmesinin nedeni.

Diyorsunuz, ki, “Kullanılmayan yetenek konusu, Sır’daki çalgıcıda işlenen duruşa  ele eldiven gibi uyuyor”.  Sır’rın keşfine giden yol, okurlarında okur konumundan yazar konumuna girmesiyle mi gerçekleşir?
Aslında okur olmanın bu olduğunu düşünüyorum. Okur, her seferinde okuduğu kitaba birşeyler katan kişi; yani iyi okur. Yazara karşı çıkabilir, yazarın kurduğu örgüyü okurken bir yana bırakıp kitabı değiştirmeye kalkışabilir. “Böyle olacağına şöyle olsaydı..” diyebilir. Bir okurun bütün bu özgürlükleri kullanması benim için çok güzel. Ben okur olarak bunu yapıyorum. Bir kitabı okuduğum zaman kendime bu tür özgürlükler tanıyorum. Zaman zaman ona ara verip, orada açılmış bir tabakanın yeterince işlenmemiş olduğunu düşünüyorum, yazar tarafından. İşlemeyi bana bıraktığını düşünüyorum. Bazen de oradan hareketle birşeyler yazıyorum ayrıca. Yani okur olarak hayal kurmakla yetinmiyorum, kitabın bir tabakabından hareketle birşeyler yazıyorum.

Thiery Zarcone’nin “İslam’da Sır ve Gizli Cemiyetler” kitabının sadece 3. bölümüne gönderme yapıyorsunuz.
Tabii. Kitabın diğer bölümleri değersiz anlamına gelmiyor ama buradaki derdimi çözmeme yardımcı olan ya da o düğümü biraz daha açmama yardımcı olan bölüm o.

Siz okuru yorduğunuza göre, biz de sizi biraz yoracağız. Üretken bir yazar olmanız, okur olarak ne kadar tembel olduğumuz gerçeğine de ayna tutuyor.  Sır’da son 3 yıl içinde çıkarmış olduğunuz kitapların listesini koymuşsunuz ama eksikler var.
Tabii canım, hepsini koymaya kalkarsak yanarız.


Enis Batur: Ben bu oyunu sevdim... - 4

EN ÇOK ÖYKÜNDÜĞÜM CANLI ÖRÜMCEK
İlhan Berk sizin için“iki elle yazıyor”, Ece Ayhan da “ Dört kolla yazıyor” demiş.
İkisi de yanlış.

Doğrusu ne peki?
Doğrusu sekiz. Çünkü benim bir sürü hayvanla ilişkim var; gergedandan semendere kadar. Kendimi en çok özdeşleştirdiğim hayvanlar aslında sekiz kollular: Octopus ailesi. Yani ahtapot, örümcek... Örümcek örneğin, en büyük yaratıcı. O ağı kuruş biçimi, onu örmesi...

Size Spiderman mi diyeceğiz ?
Bir anlamda... İnsan olarak marifetine en çok öykündüğüm canlı, örümcek. Olağanüstü ağ kurma yeteneği ve o estetik keşke o ayar birşey yapılabilse. Sekiz koldan yürüyen bir örme işlemi. Zaten kitaplarımda hep düğümler ve örgü problemleri yer alıyor. Kravat’ta örneğin, devamlı düğüm sorunu vardı. 'Elma, Örgü Teknikleri Üzerine Bir Roman Denemesi' alt başlığını taşıyordu. Devamlı bu sekiz kollu canlılarla bir beyhude benzeşme çabası içindeyim, diyelim.

İZ SÜRME KEYFİ
Çok yakında Kırmızı’dan yeni bir kitap daha çıkartacağınızı duydum. Yeni çalışmalarınız üzerine söylemek isteyeceklerinizle söyleşiyi şimdilik bitirelim istiyorum.
Şunu söylemek isterim. Benim gibi, bir noktadan sonra sekiz kollu, yanyana içiçe yazan insanların durumuna ilişkin birşey. Bu kitabı yazarken o dönemin içinde bununla akrabalık taşıyan başka metinler de yazdım. Bunların bir kısmı yayımlandı. 'Kulak', örneğin, Sel Yayınları'ndan çıkan. İşitme, özellikle de dinleme ve işitme ikilemi içinde insanoğlunun bir organı üzerinden hem müzikle, yüksek ses sorunuyla hem de gündelik sesle ilişkileri kurcaladığım bir metin oldu. İşte o metni bu kitap doğurdu. Ya da bu kitabı doğuran metinlerden biri de yılbaşında Norgunk’un yayınladığı 'Mekik'. Orada da, ”seslenemeyen sır” problemi vardı. Yani delilerin dünyasında, delilerin sınıfına sokulan, “akıl taşkını” diye tanımlanan insanların kendilerini ifade etmeye başladıkları zaman söyledikleri şey nedir; resim yaparak, müzik besteleyerek, konuşarak, yazarak. Yani aklın eşiğinden atlamış olmalarına rağmen kendilerini ifade etmeye devam ediyorlar ve biz onların ifade ettiklerini anlayamıyoruz. Ona ulaşamıyoruz. Onun için ona “seslenemeyen sır” diyorum. Sesleniyor da aslında, biz ulaşamıyoruz. Dolayısıyla böyle bir yeniden bir “örgü” daha oluşuyor. Sır, tek başına bir kitap değil ne yazık ki. Belki de benim okurumu hem zorlayan tarafım bu. Yani bir kitap ötekine, hatta üçüncüsüne dördüncüsüne bağlı, bir yandan da okurda bu iz sürme keyfini harekete geçiren olgu. Bir sürü okurumun işareti görerek bir sonraki kitabımı beklediğini biliyorum. Zaman zaman e-posta yollayarak ya da yolda rastladıklarında bir tür hesap soruyorlar. “Kırmızı Eşeğin Öyküsü” ne zaman çıkacak diye soruyorlar mesela. Neden? Çünkü 1999 yılında bir kitabımda, bunu 'Kırmızı Eşşeğin Öyküsü’nde anlatacağımı söyledim. Ne zaman çıkacak diye soruyorlar ki, tablodaki bir eksiklik tamamlanacak diye düşünüyorlar. Kırmızı yayınlarından çıkacak kitap çok oylumlu, 500 sayfalık bir kitap, Başkalaşımlar. Okuru iyice zorlayacak kitaplardan biri.

YETİŞEMEYECEĞİM KADAR ÜRETKEN DOSTUM YOK 
Neredeyse Enis Batur başka kitapları, başka yazarları okumaya fırsat bırakmıyor, okuru meşgul ediyor diye eleştiri alıyor musunuz?
Bundan yakınan oluyor ve en acısı tabii yakın dostlarım. İster istemez bütün yazdıklarıma yetişecek halleri yok. Bir yandan da üzülüyorlar da, son çıkan beş kitabımdan ikisini okumuş oluyorlar. Ben zaten hepsini okumalarını beklemiyorum.

Siz bunca yoğun yazma uğraşı içinde dostlarınızın yazdıklarına yetişebiliyor musunuz?
Yetişemeyeceğim kadar üretken dostum yok Allahtan.



Kahkahalarla bitiriyoruz...

Sayfa Yükleniyor...