Toronto’dan 3 film 3 yönetmen

Paul Thomas Anderson’ın merakla beklenen filmi 'The Master', Martin McDonagh'nın 'Seven Psychopaths'ı ve Joe Wright'ın Anna Karenina yorumu. Toronto'da öne çıkan 3 film...

Toronto’dan 3 film 3 yönetmen

Toronto Film Festivali tüm hızıyla devam ederken, bazı filmler kalabalığın arasından sıyrılmaya başladı. The Master, Anna Karenina ve Seven Psychopaths farklı kulvarlarda olsa da, bir aradayken bir seyirciye sinemada aradığı her şeyi verebilir.

The Master / Paul Thomas Anderson
The Master, Paul Thomas Anderson’ın mutfağından çıkmış, leziz bir ana yemek. Ancak mis kokusu tüm mutfağa yayılan bu yemeği mideye indirmemize, hatta yanına yaklaşmamıza bile izin yok. Tek yapabildiğimiz kokusunu uzun uzun içimize çekmek. Kaldı ki Anderson zaten paylaşımcı bir aşçı olarak bilinmiyor. Asıl mesele kokunun düşündürdükleri…

Filmin Scientology uzantısı, konu gündemle yakından bağlantılı olduğu için, ister istemez çok konuşulacak. Ama filmi izledikten sonra kesin olarak şunu söylemek mümkün, bu neyse ki bir Scientology tarihçesi değil. Öykü, Scientology’den yola çıkıldığı inkar edilemeyecek ayrıntılar içeriyor elbette; Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’a fiziksel benzerliğiyle dikkat çeken Philip Seymour Hoffman’ın varlığı ya da isim ve mekan benzerlikleri gibi. Ama yine de Anderson, filmini Scientology meselesine kurban etmemeyi başarmış. Filmin merkezinde II. Dünya Savaşı sonrasında ne yapacağını bilemeyen, rüzgar nereye doğru eserse oraya doğru savrulan, arızalı asker Freddie Quell var. Quell, There Will Be Blood’ın Daniel Plainview’u gibi açılışta ağır ağır tanıtılan; bırakın özdeşleşmeyi, dışarıdan izlemek için bile yönetmenden zar zor izin alabildiğiniz bir karakter. Freddie’yi canlandırırken hafif kambur duran, kollarını omuzlarından kabartarak yürüyen, ağzının kenarıyla konuşan ve konuşurken gözlerini kısan Joaquin Phoenix’in performansı, yer yer abartılı bir hal alsa da ondan gözlerinizi ayırmanız mümkün değil. Özellikle de Hoffman ile karşılıklı oynadığı sahnelerde.

Anderson, filmde “The Cause” olarak geçen dini oluşumu tanıtırken, çok akıllıca bir yol izlemiş. Başlangıçta hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu oluşum, Freddie’nin dahil olmasıyla yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Ama asla tam anlamıyla açıklanmıyor ve asla izleyiciye kendini haklı çıkarmıyor, sadece kendini savunmasına izin veriliyor.

Freddie, The Cause’un kurucusu Lancaster Dodd’un bir türlü ehlileştiremediği, vahşi bir hayvan gibi çiziliyor. Bütün dünyanın ona cephe aldığı düşünen, yalnız kalmaya mahkum ve acınası bir karakter. Dodd ise onun tersine gücünün doruğunda bir aslan kral. Ancak bu karşıtlık kalıcı değil. Anderson, Dodd’un zayıflıklarını ve çaresizliklerini yansıtma şekliyle, ortada bir haklı ya da haksız olmasa da, The Cause’un sözde kutsallığını kolayca yerle bir ediyor.

Anderson’ın Freddie’nin katılım sürecinde kurguladığı öyle sahneler var ki, The Cause’un tekinsiz bir bilinmeyen olarak gücünü arttırıyor, ama aynı ölçüde izleyici adına bir çekingenliği de beraberinde getiriyor. Filmi başından sonuna dek biraz korkak biraz da temkinli bir dış göz olarak izliyoruz. Ama bir yandan da hipnotize olmuş gibi perdeden gözlerimizi alamıyoruz. İşte bu yüzden The Master’ın There Will Be Blood ile yakın akraba olduğu kesin.

Anna Karenina / Joe Wright
Ünlü bir edebiyat eserinin yıllar içinde tekrar tekrar beyazperdeye uyarlanması, başlangıçta hep aynı hissi uyandırıyor: “Bir tanesine daha gerek var mıydı?” Ama yönetmen koltuğundaki isim Joe Wright ise öncekileri unutturacak bir filmle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. İşin en güzel kısmı izledikten sonra ortaya çıkıyor ki, Anna Karenina bir filmden fazlası. İçinde tiyatro, müzik ve danstan da parçalar barındırıyor. Wright, perdeyi bir tiyatro sahnesi gibi düşünüp, tüm enerjisini onu daha verimli kullanmaya adamış sanki. İzlerken akla gelen en makul istek, perdeye yansıyan her bir karenin bir süre donması. Böylece rahat rahat ayrıntıları inceleyebiliriz. Ama hayır, o kadar kolay değil. Bu ritmik filmi izlerken hem performansları içinize çekmek hem set tasarımı içinde kaybolmak hem de atmosferi solumak zorundasınız. Aynı anda üçünü birden yapamazsanız, filmin kontrolünü yitirirsiniz.

Toronto’dan 3 film 3 yönetmen - 1

Anna Karenina, normalde sadece set tasarımı ya da kostüm dallarında öne çıkabilen dönem filmleri furyasına bir süre ara verilmesini sağlayacak. Çünkü bu bildiğiniz dönem filmlerinden değil. Bu türde kendi tarzını yaratan en son isim Bright Star ile Jane Campion olmuştu hatırlarsanız. Wright da aynı şekilde türde kendi gerçekliğini yaratıyor. Yanına bir parça Baz Luhrmann estetiği alarak… Ama her şeyden öte filmdeki kurgu çalışması sinema tarihine geçecek cinsten. Bizden söylemesi.

Seven Psychopaths / Martin McDonagh
Sinemaya In Bruges gibi ayrıksı bir filmle giriş yapan Martin McDonagh, başarısının tek filmlik olmadığını Seven Psychopaths ile kanıtlıyor. Mekan zenginliğini denklemin dışında bırakırsak, In Bruges’dan aldığınız zevki, bu filmden de alacağınıza emin olabilirsiniz. Neden mi? İlk olarak elimizde Colin Farrell’ın kaşları var! In Bruges’da kaşlarını çarpıtıp “işte şimdi mahvolduk” bakışlarıyla akıllara kazınan Farrell, Seven Psychopaths’te de benzer bir durumda.

Toronto’dan 3 film 3 yönetmen - 2

Filmin en büyük başarısı müthiş diyalogları. Yine McDonagh’nın yazdığı senaryo, bir film içinde film öyküsü anlatıyor. Ancak bu kez yönetmenin hem türle hem kendisiyle alay etme hem de türün kodlarının matrak bir analizini yapma isteği daha ön planda. Bu yüzden Seven Psychopaths’i suç komedilerinin Scream’i olarak tanımlayabiliriz. Ancak şiddet ve kan katsayısının gözle görünür şekilde yükseldiğini de eklemek gerek.

Sayfa Yükleniyor...