Ve kabusun tanığı Münih'te

Münih treni için acele etmemiz gerekiyordu. Köln’ün bir tek katedralini ve istasyonunun delisini gördükten sonra yeni yol arkadaşlarımızla birlikte kendimizi Münih treninde bulduk. Ha bu arada artık yedi Türk olmuştuk.

Ve kabusun tanığı Münih'te

Brüksel’e vardığımızda, saatlerimiz gece yarısı ikiyi gösteriyordu. Yol boyunca bir plan yapmıştık ve ertesi sabah saat yedide kalkacak olan Köln treniyle Almanya’ya doğru yollanmaya karar vermiştik. Avrupa’daki havayolu krizi dolayısıyla tüm başkentlerdeki otellerde büyük bir yoğunluk vardı. O gece için küçük bir otelde yatacak bir yerler ayarlayabilmiştik.


Brüksel’in “gördüğüm kadarıyla”, en azından karanlıkta, oldukça çirkin bir kent olduğunu düşündüm. Ya da o halet-i ruhiyeyle her şeyi çirkin görme eğilimindeydim, bilemiyorum. (Ama bir saniye, Avusturya, güzel, Heidi’nin ülkesi gibi). Yol arkadaşım ve ben elimizde valizlerimizle, Uve’nin kayınbiraderinin bizi bıraktığı bir noktadan, küçük otelimizi arıyorduk. Etrafta tekin olmayan tipler, tek tük insanlar, sarhoş ve serseri kahkahalar arasında, biraz da ürkerek, ara bir sokakta küçük otelimizi bulduk. Check-in yaptıktan sonra, camı gündüzden açık bırakılmış, oldukça soğuk odama kendimi zor attım. Kalorifer çalışmıyordu, umursamadım, çabucak tekin olmayan bir uykuya daldım. Sabah çok erkenden Köln trenine yetişmemiz gerekiyordu...

Birkaç saatlik, buz gibi bir odadaki, hafif uykunun sonunda, yol arkadaşım ve ben apar topar merkez istasyonunun yolunu tuttuk. Artık Avrupa'nın meşhur, konforlu (en azından aklımda kalan tek bilgi buydu), hızlı trenleriyle biraz rahat edip, Almanya'ya gidebilecektik. İstasyondan birinci sınıf Köln biletlerimizi aldıktan sonra, kuzey istasyonunda nihayet trenimizi bulduk.

Biletimizin üzerinde herhangi bir numara bulunmaması kafamda bir soru işareti yarattı gerçi ama trende first-class vagonu bulmakta acele ettik. Ve evet boş bulduğumuz bir yerlere oturduk. Diğer vagonlarda insanların ayakta seyahet ettiğinin fark ettik ama first-class bir bilet aldıktan sonra, herhalde ülkeler arası oturarark seyahet edebileceğimizi düşünüyorduk. Ne kadar yanılmışız!

Efendim eğer internet üzerinden rezervasyon yaptırmıyorsanız, numarasız bilet alıyormuşsunuz, ondan sonrası şansınıza kalıyormuş. Böyle absürd birşey hayatımda duymadım. Ama işte birileri gelip bana, burası benim yerim dediği anda, acı gerçeği kabullenmek durumunda kaldık. Nereye otursak bir süre sonra kaldırılıyorduk. Evet! Köln’e kadar ayakta gidecektik.

Ayakta, ülkelerarası tren yolculukları, zannımca, zor şartlardan olsa gerek, yeni dostluklara oldukça müsait bir zemin yaratıyor. Türkçe konuşulduğunu duyduğumuz anda, ayakta yolculuk eden ve bizim gibi Londra üzerinden gelmekte olan yeni yol arkadaşlarımızla tanıştık. Toplam 3 kişiydiler. Hemen ayaküstü yolculuk planlarımızı kıyasladık, alternatif planlar ürettik ve şimdilik en iyi fikrin, çok daha merkezi bir nokta olan Münih’e gitmek olacağı konusunda hem fikir olduk. Insan zorlukları paylaştığı zaman, herşey daha bir katlanılabilir oluyor.

Yeni arkadaşlarımızın kimliklerini, kendilerine bu yazıyı yazmadan önce danışmadığımdan, şimdi saklı tutmam, yerinde ve erdemlice olacaktır. Ancak işadamları olduğunu söyleyebilirim. Bir tanesi turizm acentesine uçak bileti bulmasını söylerken, hâlâ business-class uçuş istiyordu! Brüksel-Köln arası trende ayakta gidiyoruz, uçak yok, ama business-class uçak bileti peşinde olan bu arkadaş beni güldürdü. Dünya-ahiret o da kardeşim olsun, sayelerinde rotamızı bulabildik...

Bu arada kilo vermeye başladığımı hissediyordum. Zira Londra’dan takım elbiseleri bir kenara bırakıp, almaya karar verdiğim kot pantalon, üzerime oldukça bol gelmeye başlamıştı. Bu kadar kısa sürede bu kadar kilo verdiğime inanamıyordum. (Döndüğümde görenler pek şaşırdı.) Belki birileri diyet programları yerine böyle seyahatler düzenlemeli... (Bu arada yiyecek bulmak bu trenlerde ciddi bir mesele).

Birkaç saatlik bir yolculuk sonunda Köln kentine vardık. Her Türk vatandaşı gibi ilk işim, istasyondan çıkıp bir sigara yakmak oldu. Kafamı kaldırdığımda üzerime düşen heyhulla gibi bir gölgenin sahibini gördüm. Bu bir katedraldi. Bkz resim1. Köln... Hmm... Evet sanırım Köln Katedrali! Bu ortaçağdan kalma binalarının garip bir hali var, insanı ezen, ufak hissettiren bir hal bu. Skolastik felsefe ve aman her neyse, her şey gözüme çirkin görünüyordu işte!

Tam o anda yanımdan, üstü başı kir içinde, elinde neredeyse boşalmış bir şarap şişesi olduğu halde, kendi kendine mırıldanan evsiz olduğunu düşündüğüm bir adam geçti. O çarpıcı imge bir an için kafama kazındı. “Ya dönemezsem?” ya Köln’de sarhoş bir evsiz olarak hayatımı devam ettirirsem? Aklımı kaçırırsam falan! “Ne Yunus mu? O dönemedi abi, artık Köln’de yaşıyor... İçiyor falan...”

Münih treni için acele etmemiz gerekiyordu. Köln’ün bir tek katedralini ve istasyonunun delisini gördükten sonra yeni yol arkadaşlarımızla birlikte kendimizi Münih treninde bulduk. Ha bu arada artık yedi Türk olmuştuk. Gerçi diğer ikisi bir görünüp, bir kayboluyorlardı. Her şey bir sis perdesinin arkasında gibiydi ve tüm dünya çevremde yitip gidiyordu...

Devamı yarın...

Sayfa Yükleniyor...