Bir Türk mühendisin gözünden Libya'dan kaçış

Libya'da yönetici mühendis olarak çalışan Ozan Göray, Libya'da isyanla birlikte insanların nasıl değiştiğini, canlarını nasıl kurtardıklarını kaleme aldı. Nefesinizi tutarak okuyacağınız yazı 8 günlük kabusun boyutunu gözler önüne seriyor...

Birkaç gündür haberler karışık. Libya’da gösteriler, yaralılar, ölüler.


İzne gelmiştik, bugün döneceğiz Bingazi’ye. Arayıp sorduğumuz dostlarımız kent merkezinde gösteriler ve ufak çaplı çatışmalar olduğunu söylüyor. Ancak şantiyelerde sorun yokmuş, evlerde sorun yokmuş, projede ise çalışma sürüyor.

Yeşilköy’e havalimanına geçiyoruz. Uçak gecikmeli. Arayıp yine yokluyoruz. Gelmemizi, önemli bir sorun olmadığını yineliyorlar. Valizleri yüklüyoruz. Uçak biraz daha gecikiyor.  

Birileri gelip gidiyor. Cuma namazı sonrası Bingazi fena karışmış, epey ölü varmış diyorlar. Telefona sarılıyoruz. Genel Müdür Vekili yurtdışını telefonla arayamadıklarını, herkesin kamp bölgesinde güvenlikte olduğunu söylüyor. Hat kesiliyor. Biraz daha görüşebilsek gelmeyin diyecekmiş. Sonradan öğreniyoruz.

Sıkı sıkıya arandıktan sonra uçağa geçebiliyoruz. Çok zorlu bir yolculuk ardından, 45 dakika kadar Bingazi havalimanı üzerinde tur atıp izin bekledikten sonra geçebiliyoruz inişe. İnemedikçe sinirden elimi ısırıyorum. Şimdiden gerildik.

Sonradan öğrendiğimize göre, biz havada tur attıkça askerî uçaklar aşağıya Afrikalı paralı askerleri indiriyormuş. Bu yüzden bize bir türlü sıra gelmiyormuş. Biz ise uçağın kaçırıldığını filan düşünmeye başlamıştık artık.

Aşağıda telefonlarımız susmuyor. Olaylar patlamış. Kent merkezindeki gösterilerde çok ölü varmış. Şirketin şoförleri hükümet düştü diyerek işi bırakmış. Bizi havalimanından 40 dakika kadar uzaklıktaki kampa kadar götürmeye kimse gelemiyor. Taksi ile gitmek tehlikeli. Hem 25 kişi kadarız taksiye sığmayız. Zaten ortalarda da taksi gözükmüyor.

Sonunda güç bela bir araç ayarlanıyor kamptan. Bizi alıp götürüyor. Yollarda pek bir şey yok. Havalimanı girişinde makineli tüfekleriyle bir manga asker bekliyor. Kent durgun. Bir iki yerde yollarda lastik yakmışlar, dumanı tütüyor daha. Trafik polisi gözükmüyor ortalarda, normalde kontrol noktalarında beklenir. Yol üzerinde yer yer askerler tüfekleriyle nöbet bekliyor.

Kampa geçiyoruz. Evlerinde kalan insanlar da, aileler de gelmiş. Daha güvenlidir diye toplanmış herkes. İnsanların gerginliği yüzlerinden okunuyor. Kampta güvenlik sağlanamayacağından, yağma gibi olaylardan çekiniliyor. Çok da kalabalığız, yalnız Türkler 800 kişinin üzerinde kampta. Kapımızı iyice kitleyip uyuyoruz.





19 Şubat Cumartesi

Sabah geç uyanıyoruz. Kampta durum karışık, gergin. Mühendis lokalinde kalabalık bir topluluk oturmuş El Cezire’nin haberlerini izliyor. Ölü sayısı artmış kent merkezinde. Kampta ise ortalıkta Libyalı şoförler dolaşıyor. Birikmiş alacaklarını istiyorlar. Kasamızda para yok. Adamların derdi de pek öyle alacak verecekmiş gibi gözükmüyor. Arabalarımızın anahtarlarını istiyorlar. Bu civarda bir yağma geleneği var. Daha bir ay kadar önce, Kaddafi’nin demeçlerini yanlış yorumlayan kalabalıklar, henüz şantiye durumundaki konut projelerini basarak evlere yerleşmişlerdi. Şantiyeleri yağmalamışlardı. Asker, polis başlangıçta karışmamış, üç gün sonra Kaddafi’den emir gelince şantiyeleri kurtarmışlardı.

Genel Müdür Vekili’nin odasında toplantı yapıyoruz. Öncelikle kadınları, çocukları göndereceğiz Türkiye’ye. Gerek duyulursa işçileri de tahliye edeceğiz. Bir minibüs ayarlanıyor. Aileler vedalaşıyor. Şoförler huzursuzluk çıkarıyor tam bu anda. Valizleri görünce, kaçıyoruz diye düşünüyorlar. Paralarını almadan bırakmayacaklar bizi. Yalnızca aileler, çocuklar gidecek diyoruz. Güç bela, itiş kakış ve tacizler arasında yürüyor araç.

Yolda fazla bir sıkıntı yaşamadan ulaşıyor havalimanına. Önce tarifeli uçakta on kişi kadar dönüyor Türkiye’ye, içlerinden biri de ailesini bırakmak için havalimanına geçmiş, bizim tahliyemizden sorumlu İdari İşler Müdürümüz. İlk önce o terk ediyor gemiyi, bizi kaderimizle baş başa bırakarak. Bunu duyan insanların canı çok sıkılıyor.

Tarifeli uçakta yer bulamayan kadınlar ve çocuklar gece orada bekliyor, yağmur altında. Ertesi sabah uçağa geçebiliyorlar neyse ki. Kalkan uçak içimizi bir nebze olsun ferahlatıyor.

Gün boyu kampta tedirginlik artıyor. Afrikalı işçiler de alacakları için Türkleri taciz etmeye başlıyor gördükleri yerde. Mutfaktaki malzemelerin bir kısmı yağmalanıyor.

Diğer bölgelerdeki arkadaşlarımıza ulaşıyoruz telefonla. Bingazi’nin doğusundaki kentler oldukça kötü. Üzerlerinde ne varsa soyulmuş bazı şantiyelerdekiler. Düğün salonuna, çorba fabrikasına sığınanlar var. Batı’daki kentler ise şimdilik sakin.

Gece kampa Libyalı patronun aşiretinden adamlar geliyor, sopalı palalı. Güvenliği sağlıyorlar, rahat bir uyku uyuyoruz.





20 Şubat Pazar

Sabaha karşı güvenliğimizi sağlayan aşiretin adamları ortadan yitiyor. Şoförler ve Afrikalı işçiler bir araya toplanmaya başlıyor kampta. Herkes gergin, tedirgin. Birkaç arkadaş büyükçe bir odada toplanıyoruz. Kapıyı parolayla açıyoruz.

Yöneticiler ve şefler olarak toplantı yapıyoruz. Tahliye kararı çıkıyor, kamp artık güvenlikli değil. Mutfaktaki malzemeler yeniden yağmalanıyor. Şoförlerin düz kontakt yaparak arabaları götürdüklerini duyuyoruz. Artık mobilize de değiliz. Patronlar bir miktar para getirip alacakları ödeyeceklerini, otobüslerle bizi havalimanına tahliye edeceklerini bildiriyorlar. Orayı hiç değilse asker bekliyor.

Genel Müdür Vekili’nin odası her saat daha da geriliyor. Kampın çeşitli yerlerinden işçilerimize taciz, hatta saldırı ve tartaklama haberleri geliyor. Henüz önemli bir yara bere yok neyse ki. Otobüslerden ise ses yok. Bir ara patronun temsilcilerinden biri gelip şantiyede az biraz para dağıtıyor. Yağmacı kalabalığı kamptan şantiyeye yönlendirmeye çalışıyor. Tanıdığımız güvenilir taksicilere, arabası olanlara ulaşmaya çalışıyoruz. Acil durum var ama birkaç saatten önce gelebilecek yok yanımıza, kentte de benzin sıkıntısı baş göstermiş çünkü.

Bir an odadan çıkıp telefonuma şarj arıyorum. Az önce tartaklandığını işittiğimiz ustaların bir minibüse doluştuğunu görüyorum. “Nedir?” diye sorduğumda, “Boş yer var şef, sen de gel” diyorlar. Atlıyorum minibüse, odadaki arkadaşları arıyorum. Ancak onlar yetişemiyorlar. Ustaların duaları arasında kavga gürültü kamptan çıkıyoruz. Aracı bizim şoförlerden biri kullanıyor, kamptan çıkmadan birkaç kez alacaklarının ne olacağını soruyor. Patronlar getirecek diyoruz. Sonunda çıkabiliyoruz.

Yolda pek bir şey yok. Kentte gergin bir hava var ama yaşam sürüyor. Bakkallar açık, bazı insanlar evlerine öteberi taşıyor. Havalimanı yolu üzerinde bir mezarlık var, yol boyu araçlar konvoy halinde yığılmış. Cenazeler için birikmiş kalabalık güçlükle geçit veriyor yola. Yanlarından geçerken zafer işaretleri ile bizleri selamlıyorlar. Geçip gidiyoruz.

Havalimanı girişinde bir manga asker makinalı tüfekler, roketatarlar ile bekliyor. Bizden pasaport soruyorlar. Topladığımız pasaportları görünce “Geçin” diyorlar.

Havalimanı çok kalabalık. İç hatlar ve dış hatlar terminalleri tıklım tıklım. Biz terminalin hemen dışındaki yüksek duvarlarla çevrili bir bahçede bekliyoruz, binlerce kişi. Zamanla kamptaki tüm personelimiz havalimanına erişiyor.  Duyduğumuza göre sonlara doğru kampta hava iyice gerginleşmiş. Yağmacılar tarafından saldırıya uğrayanlar olmuş. Bazı arkadaşlarımızı taksiciler yolda soymuş, bazılarını ise Libyalı mühendis tanıdıklarımız, şoför arkadaşlarımız canlarını siper ederek kaçırmış. Herkes gittikten sonra ise kampı talan edip yakmışlar. Afrikalı işçilerden talan sırasında ölenler olmuş diye duyuyoruz.

Şimdi artık toplu halde olmamızın verdiği güven duygusu var. Binlerce kişi ve bizi koruyan bir manga asker. Aramızda Avrupalılar, Asyalılar da var. Çarpışan tarafların bizimle bir sorunu olmadığını biliyoruz. Bize kurşun sıkılmayacağını biliyoruz. Bekliyoruz.

Karanlık çöküyor. Herkes bir kenara yerleşiyor. Köşede bir kaldırım taşının dibine havlu serip oturuyorum, arkadaşlarla birlikte. THY müdüründen bilet alınmaya çalışılıyor. Sabaha kadar uçak yok bilgisi geliyor. Güvende olduktan sonra birkaç gün beklemeye razıyız. Biraz sonra, isyancıların havalimanına yürüdüğü, THY müdürünün havalimanını terk ettiği söyleniyor. Havalimanına saldırı olacağı bilgisi daha önce de birkaç kez geçildiği için pek kimse paniklemiyor. Hoş paniklese ne olacak.

Karanlıkta ezan sesi geliyor uzaklardan. Duvarların ardındaki pist tarafından. Sanki saldırı borusu gibi yankılanıyor kulağımıza. Silahlar patlamaya başlıyor. Kulelerdeki askerler, uzakta havalimanı girişindeki askerler. Yanlış anlamıyorsak havaya ateş açıyorlar. İzli mermileri seçebiliyoruz. Barut kokusu kesiyor burnumuzu. Kalabalığa yere çömelmeleri için bağırıyoruz. İnsanlar cenin pozisyonunda bekliyor.

Bir süre sonra pist tarafında uzaktan isyancıların sesleri duyulur oluyor. “La ilahe illallah” diye haykırıyorlar. Makinalı tüfek sesleri duyuluyor. Arada ortalık duruluyor, sesler kesiliyor. Yeniden ezan okunuyor. Arkamızdaki boşluğa kadar gelen birkaç asker ortalarda geziniyor. Cep telefonuyla fotoğraf çekenleri uyarıyor, hatta telefonları topladıkları oluyor. Göz ucuyla izliyoruz. Üniformaları çıkarıp kaçanlar var. İki-üç tanesi aramızdan geçiyor, aramıza karışmış da olabilirler, tam seçemiyoruz.

Bir süre sonra Türkçe konuşan birileri geliyor. Her şeyin bittiğini, çatışmaların sona erdiğini, artık sorun kalmadığını, evlerimize dönebileceğimiz söylüyorlar. Kalabalık alkışlıyor. Türkçe konuşan, kim olduğunu çıkaramadığımız birileri kalabalığı terminallerin içine yönlendiriyor. Sonradan bu hamlenin ne kadar akıllıca olduğu anlaşılacak. Şirket şirket yerleşiyoruz, biz en kalabalık ekip olduğumuz için topluca iç hatlar terminali içine. Diğer firmalar dış hatlara. İçersi çok havasız ve kalabalık, izdiham riski de var. Bekleşiyoruz. Arada kapıya çıkıp sigara içenler, hava alanlar var.

Sonra terminalin içine, bavulların piste aktarıldığı bandın kapağını kaldırarak bir isyancı giriyor, elinde kalaşnikof tüfeğiyle. İnsanları dışarı çıkarıyor bahçeye. Panikleyip camı kırmaya çalışanlar, birbirini ezenler oluyor. Neyse ki kimse yaralanmıyor. Dışarıda toplanıyoruz. Dışarıda isyancı “Allahuekber!” diye haykırıyor birkaç kez. Son “Allahuekber”lerde tüm kalabalık da korkuyla onunla birlikte bağırıyor. İçimizden bazıları bunu riskli buluyor ve susturmaya çalışıyor ama nafile. Havalimanı “Allahuekber” sesleriyle inliyor.

Yeniden terminalden içeri sokuyorlar bizi. Birileri daha geliyor. Bahçenin ortasında büyücek bir anıt var, Kaddafi’nin fotoğrafı üzerinde. Onu ateşe veriyorlar. Biraz sonra bizi yine dışarı çıkarıp dumandan etkilenmemiz için yürütüyorlar. Yolda isyancıları görüyoruz. Kalaşnikoflarla, baltalarla, arabalarını atlılar gibi kullanarak gelmişler. Birisi “Bizim Türklerle bir problemimiz yok, sizi güvenli bir yere götürüyoruz” diyor İngilizce. Kalabalığa çevirisini yapıyorum. Yol üzerinde Başkonsolos Ali Davutoğlu’nu görüyoruz. Eşiyle, korumasıyla birlikte silah kuşanıp gelmişler, bizim yanımızdalar. Güvenli bir yere götürüldüğümüzü, sabah ilk iş evlerimize uçaklarla gönderileceğimizi söyleyip içimizi rahatlatıyorlar. Çatışma ortasında yanımızda yetkili birilerinin olması, bize bilgi verilmesi dayanma gücümüzü pekiştiriyor. Ağlayan bir kadını alıp konsolosluğa götürüyorlar.

Bizi, hacıların ihram giymek için kullandığı eski bir hangara götürüyorlar. Yol boyu kalaşnikoflu, baltalı, palalı adamlar ve kadınlar. Sakalları uzun olan var, poşu giymiş olanlar var, Che Guevera gibi bere takmış olanlar var.

Hangara yerleşiyoruz. Çok kalabalığız. Toplamda 2300 kişi. Biraz sonra isyancılar su getiriyor. “Aile, etfal!” diye bağırıyorlar. Aileler ve çocuklar. Sonra sürekli servis yapmaya başlıyorlar. Su, ekmek, peynir, hurma, battaniye, yatak. İnsanlar isyancıları alkışlıyor.

Bir isyancı “Libya hurra!”  (Özgür Libya) diye bağırıyor. Çok candan çalışıyorlar. Bir devrim mi bu? Gerçekten iyi organize olmuşlar. Başlarında yeşil boneleriyle yardım ediyor isyancı ekipleri bize. O kargaşada bebek bezi bile getiriyorlar. Her zaman Libya’nın pisliğinden, Libyalıların tembelliğinden şikayet ederiz, ancak isyancılar burada çöplerimizi topluyor.

Saat iyice ilerliyor, sabaha karşı artık. Kalabalıkta bir kenara kıvrılıp uyumaya çalışıyoruz.





21 Şubat Pazartesi

Sabah kötü haberlerle başlıyor. Uçaklar gelemiyor. İniş izni alamıyor. Bir süre daha buradayız. Hangarın içi toplama kampı gibi sıkışık, basık. Tuvaletler de çok kirli. İnsanlar bu ortamda umudunu yitirmeye başlıyor. Yere bir şey düşse silahlar patladı diye hopluyoruz.

Gelecek uçaklar için isim listeleri yapılacak. Biz ekiplerimizi organize edebilmek için şefler ve ekip başları son uçaklara kalsın diyoruz. Ama herkes kurtulmak için çırpınıyor, kendi içimizde kavgaların çıkması yakın.

Türkiye’den arayanlar ara sıra ulaşıyor bize. Beş uçak geliyor, sekiz uçak geliyor diye haberler çıkıyormuş orada. Ama iniş izni alınamadığı için gelen giden uçak yok. Ara sıra THY Müdürü ve Başkonsolos gelip konuşmalar yapıyorlar, bilgi veriyorlar kalabalığa. Bu da olmasa kalabalığın insanca bekleyebilmesi güç belki de.

Bir süre sonra isyancılar geliyor. Bizi başka bir yere yürütüyorlar. Birkaç kilometre ötedeki Hugo Chavez Stadyumu’na. İşittiğimize göre bombalanma riski varmış havalimanı ve çevresinin. Güvenliğimizi sağlamaya çalışıyorlar.

Stadyumda daha büyük bir kalabalıkla bir araya geliyoruz. Sayımız 4000’e yaklaşıyor. İsyancılar yardımlarını, sıcak tavırlarını sürdürüyor. Ancak insanlar kendilerini esir gibi duyumsuyor. Biraz sonra gelen Başkonsolos burada güvende olmadığımızı, uçakların da gelemeyeceğini söylüyor. Arkadan ne konuşulduğunu tam olarak duyamayan bir amca “Bravo!” diye alkışlıyor.

Libyalı tanıdıklarımıza yemek ve içecek getirtiyoruz. İsyancıların dağıttığı ekmeğin peynirin yanına, biraz ton balığı, meyve suyu, kek katıyoruz. Besleniyoruz, güç topluyoruz. Ama uykusuzluk belimizi büküyor.

Libyalı tanıdıklarımızla konuşuyoruz. Kentin düştüğünü söylüyorlar. Konuştukça gözleri parlıyor. Kaddafi’ye karşı gösteriler bir haftadır sürüyordu. Libyalı polisler ve askerler halkın üzerine ateş açmamaya çalıştı, zorda kalınca havaya ya da ayaklara ateş ettiler. Bunun üzerine Kaddafi Afrika’dan paralı askerler getirtti. Bunlar kalabalığa doğrudan öldürmek için ateş açtılar. Ölü sayısı korkunç bir hızla arttı. 1000’lerle ifade ediliyordu. Ancak kendi halkını yabancılara kırdırtan lider görüntüsü, herkesi rahatsız etti. Sonunda askerler de silahlarını halka dağıttı, halkın yanına geçtiler. Askerin halkın yanına geçtiği Pazar gecesi havalimanı ve Bingazi düştü. Kent içinde şiddetli çarpışmalar oldu. Ama hepsi bitti artık. Kontrol halkın, isyancıların elinde. Aşiret aşiret, cemaat cemaat örgütlenmişler. Son derece ayrıntılı, son derece organize çalışıyorlar. Belki uzun süredir hazırlanmışlardır.

Biz de kendimizi bu stadyumda birkaç gece geçirmek üzere hazırlıyoruz. Bingazi’yi bombalamak üzere kente gönderilen uçakların Malta’ya sığındığı haberleri geliyor. Arada silah sesleri duyuluyor. Ama daha çok kutlama atışları bunlar.

Akşama doğru Başkonsolosluğa sığınmış bir arkadaşımızla konuşuyorum. En büyük sorunumuz, şirketimizin patronlarının Libyalı olması, İdari İşler Müdürümüzün kaçmış olması ve bize sahip çıkan kimse olmaması. Son görüşüldüğünde “Artık yardım edemeyiz, canımızın derdindeyiz, başınızın çaresine bakın” demiş patronlar. Gemilerle tahliye üzerine alternatifler konuşuluyormuş Başkonsolosluk’ta. Ancak bizim şirketin kontenjanı olmayabilir, çünkü bizim için çalışan didinen kimse yok. Bir başka seçenek de demir yüklü bir gemiyi boşalttırarak 830 kişimizi o gemide Mısır’a kaçırmak. Ancak yükün boşaltılması için yüklü miktarda para gerek. Başkonsolosluk bu seçeneği güvenli görmüyor. Bu seçeneklerin değerlendirilmesi için Başkonsosluk’ta buluşmak, çalışmak, görüşmek gerek.

Hava kararmış. Yola çıkmak delilik. Güvenilir bir taksi şoförü buluyorum. Bir de gözü pek arkadaş. Karanlığın ortasında yükleniyoruz gaz pedalına. Yolda dört beş kavşakta durduruluyoruz. İsyancılar bildiri dağıtıyor, zafer işareti yapıp geçiyoruz. Çoğu 12-13 yaşında çocuklar. Ellerinde sopalar, bıçaklarla trafik polisi olmuşlar.

Sokaklarda yağma, talan sona ermiş. İsyancılar kalaşnikoflarla güvenliği sağlamış. Kentte yaşam normale dönüyor. Sokaklarda vızır vızır araçlar. Araba kullanan kadınlar. Yalnızca devlete ilişkin yapıları yakmışlar. Bir de sokakta terk edilmiş tanklar göze çarpıyor arada. Bir de, isyancılar halkı kazanmak için cep telefonlarına günde birkaç kez kontör yüklüyor ücretsiz.

Sonunda Başkonsolosluğa varıyoruz. Bizi içeri alıyorlar.

Küçük bir toplantı yapıyoruz. Gemiye bindirebilmek için çalışan listelerimizi güncelliyoruz. Başkonsolosluk çalışanlarından yardım alarak adları Arapçaya çevirisini yaptırıyoruz. Yetkililerle konuşarak, şirketimiz çalışanlarına sahip çıkan kimse kalmadığını, en kalabalık işçi grubuna sahip olduğumuzu, artık insanları durduramadığımızı söyleyerek öncelik istiyoruz.

Öbür taraftan, çölün ortasında bir şantiyemiz daha var. Orada ise 400’ü aşkın Türk işçi tutsak. Afrikalı işçiler alacakları ödenmezse Türklerin bırakılmayacağını söylüyorlar. Onları kurtarmak için de hem kabileleri, hem Dışişleri’ni zorluyoruz.

Çabalarımız takdir görüyor. Başkonsolosluk’ta yetkililer alışık olmadığımız biçimde sıcak yaklaşıyorlar. Bize moral veriyorlar. Ali Davutoğlu tehlikenin ortasında gece birkaç kez stadyumda bekleyen insanların yanına gidip geliyor. Bu sırada Bingazi’nin bombalanma riski var. Arap çalışanlar bildiriyor, Kaddafi uçaklarını gönderiyormuş. Sabaha kadar hoparlörlerden dua okuyor kent halkı.

Biz de çalışmalara destek olmaya çalışıyoruz. Eleman sayısının yeterli olduğu söylenemez. Doğu Libya’nın her yerinden gelen telefonlara yanıt vermek, insanları sakinleştirmek ve kriz masasına doğru bilgileri yönlendirmek zorundalar. İmece yoluyla fotokopi, listeleme, çıktı alma gibi işlerle sabahı ediyoruz. Bir ara lojman bölümüne geçiriyorlar bizi. Çalışanların eşleri yemek pişirmiş, onlar da ayakta. Bizi doyuruyorlar. Stadyumda barınmaları sorun olabileceği için ailelerin bir bölümü buraya sığınmış.

Gece saat 4’e yaklaşırken Başkonsolos dinlenmeye çekiliyor. Günlerdir bu tempoda çalıştıkları söyleniyor. Biz de bir koltuk üzerinde, hoparlörlerden gelen dualar arasında uyumaya çalışıyoruz. Tepemize her an bombalar inebilir.





22 Şubat Salı

Başkonsolusluk’ta hiç değilse temiz tuvaletlere girebilmek, insanca yemek yiyebilmek neşemizi yerine getiriyor. Ama çok uykusuzuz. Bir de yıkanamadık günlerdir. Pislikten kendi kendimize kokuyoruz. Birbirimizin saçıyla sakalıyla alay ediyoruz. Birazcık moral.

Bugün içeri verdiğimiz listeler uyarınca gemiler gelecek. Çıkış yapacağız. Stadyumdan otobüslerle taşıyacaklar insanları limana. Başkonsolosluk organize ediyor bu işi. Biz de kendi çabalarımızla araç bulup geçmeye çalışıyoruz limana. Sonunda hepsi ayarlanıyor.

Limanı bulmak için biraz arandıktan sonra, kaba inşaat durumunda bir yere yönlendiriliyoruz. Kolonlar arasına sıralanıyoruz şirket şirket. Biraz sonra isyancılardan birileri geliyor. Burada beklememizin güvenli olmadığını söylüyorlar. Az sonra şiddetli bir yağmur da başlıyor. Bizi liman kenarındaki bir başka şirketin mendirek inşaatına götürüyorlar. Oradaki şantiyeye ve kampa yerleşiyoruz topluca. Çok kalabalığız.

İlerleyen saatlerde Başkonsolos’la ve isyancılarla görüşmeler yapıyoruz. Gemilerin limanlara geliş izni alamadığı yankılanıyor Türkiye’den. Herkes çöküyor kalıyor. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. Hemen ardından gemilerin gerekli izni aldığı muştulanıyor.

Son gücümüzle çarpışıyoruz. Uykusuzluk, baskı altında olmak, yorgunluk yıldırdı herkesi. 830 kişinin pasaportlarını toplayıp şantiyenin ofis bölümünde fotokopilerini çekiyoruz. Gece ilerliyor. Tartışmalar alevleniyor. En ufak sözcüklerle insanlar parlıyor. İsyancılar yine bizim için koşturuyor. Yemek, su dağıtmayı sürdürüyorlar. Bir ara sıcak yemek bile dağıtılıyor. Revir kurulmuş, isyancı doktorlar koşuşturuyorlar koridorlarda. Şikayeti olanları muayene ediyorlar. Bu arada bir işçimizin başına tuvalette cam düşmüş. Burnu kanamış, bulantısı var. Beyin kanamasından kuşkulanıp tedirgin oluyoruz. İsyancılar hastaneye kaldırıyor. Çekilen filmlerin ardından, basit bir travma olduğu ortaya çıkıyor ve dönüyor aramıza.

Sonunda gemiler bütün beyazlıklarıyla limana giriyor. Islıklar, alkışlar, sevinç çığlıkları.

Bir firma 500 kişilik personelinin pasaportlarını topluyor, isyancılara çıkış damgası bastırtıyor. Bunun ardından biz varız sırada. Son direnme gücümüzle geçiyoruz içeriye. Kentin bombalanacağı haberleri tazeleniyor. Yüzlerde korku var. “Bu gece buradan kurtulmamız lazım” diye fısıldaşıyor herkes. İsyancıların gümrük memurları çay istiyor, bir de kırmızı mürekkep. Koşa koşa bulup getiriyoruz. 830 pasaport yoğun uğraşlarımız sonucu çabucak damgalanıyor. Pasaportları kutularla taşıyıp, isim isim okuyup dağıtıyoruz.

Şimdi sıradaki zor bölümlerden biri. Herkes biran önce kaçmak istiyor. İzdiham, kargaşa pahalıya mal olabilir. Kalabalığın önüne geçiyoruz. Dörtlü sıra oluşturuyoruz. Herkese sıraya geçmelerini söylüyoruz. Kalabalığa yön vererek ağır ağır yürüyoruz gemiye. Aramızda bir kilometreden biraz fazla ara var gemiyle. İnsanlar hızlanıp bizi geçmeye çalışıyor. Karanlıkta koşuşturmaya başlayan insanların başına ne geleceğini kestiremeyiz. Bağır çağır, kavga dövüş sindiriyoruz acele edenleri. Sonunda önümüzdeki diğer şirketin grubuna yaklaşıyoruz. Arada biraz mesafe bırakıp tek sıra oluyoruz. Pasaportları gösterip geminin merdiveninden tırmanıyoruz. Geminin içi gözümüze cennet gibi görünüyor.



23 Şubat Çarşamba

Yorgunluktan bir kenarda sızıp kaldık. Geminin içinde kavga dövüş sesleri. İşçiler birbirlerine giriyor. Gemi yola çıkıyor. Az sonra SAT komandoları çıkıyor ortalığa, kavga sesleri kesiliyor.

Gemide olmak güzel. Ama ne ilaç var ne de yiyecek. 20 saatlik yol boyu bebe bisküvisi ile iki dilim ekmek, biraz peynir veriyorlar. Fenalaşan arkadaşlara da ilaç yok. Yetersiz kalmış. Yunan adalarındayken fırtınaya yakalanıyoruz. Gemi çalkalandıkça çalkalanıyor. Kusmayan kalmıyor neredeyse. Ama sonunda yanaşıyoruz Marmaris’e.

Son anda yine bir kargaşa. Gemi o kadar saattir yolda, limana gelince akıllarına geliyor pasaportları dağıtmak. Tek tek isimlerini okuyorlar 1300 kişinin. Uzun bir bekleyiş ardından özgür kalabiliyoruz.



24 Şubat Perşembe

Dışarıda medya, hemşireler, askerler. Çiçeklerle karşılanıyoruz. Sandviçlerle karnımızı doyuruyoruz. Pasaport kontrolünden geçiyoruz. Karşılıksız çekten para cezası yemiş bir arkadaşımız, takibini de yapamamış. Oracıkta göz altına alınıyor. Hiçbir şey yapamıyoruz.

Küçük bir çocuk gemiden çıkarken fotoğrafçılar çevresini sarıyor. “Ağla, ağla” diye bağırıyorlar. Çocuk inadına gülümsüyor.

Hemen eve gitmek istiyorum. Ancak otobüsler yalnızca otellere gidecekmiş. Biniyor geçiyoruz. Otelde de durum tuhaf. Tanımadığım 2 işçiyle aynı odaya yazdırılıyorum. 2 yatak var, 3 kişiyiz. Duş alayım diyorum, ne havlu var ne şampuan ne de sıcak su. Oda da çok soğuk. Sabaha kadar titreye titreye yatıyoruz.




25 Şubat Cuma

Otobüslerin organizasyonunda sorun var. Bir an önce eve kavuşmak istiyoruz. İnsanların sinirleri yine geriliyor. Bir arkadaşın kredi kartıyla uçak bileti alıyorum kendime, Dalaman’dan İstanbul’a.

Öğleye doğru otobüsler de ayarlanıyor. Kalabalık yola dökülmeye başlıyor. Biz de Dalaman’a geçiyoruz. Havalimanında uyuyarak bekliyoruz.

Sonra kısa ama bitmek bilmeyen bir uçuş.

Ve, ailelerimize sevdiklerimize kavuşuyoruz. Sıkı sıkı sarılıyorlar bize. Gözleri yaşlı.

Ev. Sıcak yemekler. Sıcak bir duş. Bir tek votka limon. Gevşeyen sinirlerim.

Artık ne can kaygısı, ne yiyecek bulma telaşı, ne de yatacak yer derdi. İçerde kalan dört maaşımın nasıl kurtulabileceğini bile düşünmüyorum.

Rahat bir yatakta güzel bir uyku.

Uyku, her şeye değer.

Darısı diğer kardeşlerimizin başına.

Sayfa Yükleniyor...