'Din devletinin geleceği yoktur'

Arap gazeteci Abdulhamid El Ensari, İran'daki olaylardan yola çıkarak din devletini tartışıyor ve bu devletin hayatı dondurduğunu, toplumu felce uğrattığını, yaratıcılığı katlettiğini, sevinç ve tebessümü öldürdüğünü söylüyor.

İran seçim sonuçlarına yönelik gösteriler, İranlı otoritelerin gösterilere karşı sert tepkisi, tutuklamalar, medya karartması, gazetecilerin susturulması, Batılı ülkelerin suçlanması ve otoritelerin Tahran’daki İngiliz elçiliğinin 8 çalışanını tutuklaması... Bütün bu protestolar ve İran rejiminin üslubu din alimlerinin siyasi otoritedeki rolü etrafında önemli sorular oluşturuyor. Bu soruların başında şunlar geliyor:

Siyasal İslam teorisyenleri geçmişte ‘İslami çözüm’ söylemini yükselttiler. Bununla kastedilen kendi siyasi bakış açıları ve kendi istedikleri devlet modeliydi. Devletin ve toplumun İslamlaşması hedefini gerçekleştirmek için bu din devletine bel bağladılar. İslamcıların iktidara gelmemesini Batılı süper güçler ve Arap otoritelerinin suçu olarak görüyorlardı. Şiddetlerini ve çatışmacı söylemlerini, Arap zindanlarında kendilerine yapılan işkencenin misillemesi olarak gerekçelendiriyorlardı.

Birçok İslamcı yazar ve destekçileri, "Baasçıları, Nasırcıları, milliyetçileri ve komünistleri denediniz. İslamcıları denemediğiniz halde, onlar hakkında nasıl hüküm verirsiniz? Siyasi çalışmada ve iktidar pratiğinde uygunluklarını ispatlamak için seçim savaşına girmelerine niçin izin vermiyorsunuz?" fikrini tekrarlayıp duruyorlar.

Siyasal İslam’ın tezleri ve teorileri hilafet sisteminde temsil edilen Sünni yüzü ve velayeti fakih sistemi içinde somutlaşan Şii yüzüyle Arap kütüphanelerini doldurdu. Şii mezhebinin önde genel aydın düşünürlerinin "Müslüman bir ülkede demokratik değerler" kitabını inceleyenler, demokrasinin dini sistemle ilişkisine dair müthiş sözler bulurlar. Örneğin Dr. Muhsin Kedyur dini demokrasinin özelliklerini şöyle özetliyor:

“Birincisi İslam demokrasisi, toplumdaki bireylerin çoğunluğu eğilim gösterirse uygulanabilir bir sistemdir. Yani topluma ‘din demokrasisi’ dayatılamaz. İkincisi bu demokraside de toplumun bütün bireyleri, dini ve siyasi kimlikleri ne olursa olsun, eşit fırsat ve haklardan beslenmeli. Yani Şii olan diğer mezheplere göre daha ayrıcalıklı değildir. Zira vatandaşlık herkesi bir araya toplayan ve bütün kimliklerin üstünde bir bağdır. Üçüncüsü, halkın iradesi siyasi iradenin meşruluğunun tek kaynağıdır. Halkın katılmadığı her karar geçersizdir ve itibar edilmez. Dördüncüsü, Şer’i hükümlerin yasama kurumu tarafından hukuk elbisesi giydirildikten sonra kamusal alanda hayata geçirilmesi gerekir. Beşincisi, dini demokrasi ile diğer demokrasiler arasındaki en belirgin fark, toplumun dinin ahlakına ve öğretilerine bağlı olması ve bu öğretinin kanunun temeli olarak kabul edilmesidir. Altıncısı devlet halkın vekili sıfatıyla kamu mallarını idare eder ve bu vekalet genel seçimler kanalıyla yapılır. Hiçbir yetkilinin sınırsız veya halkın denetimine boyun eğmeyen yetkileri yoktur.”

30 YIL BOYUNCA HİÇBİR BAŞARILI ÖRNEK ÇIKMADI
Kanımca insaflı her insan dini demokrasiye yönelik bu güzel teorik yaklaşımı olumlu karşılar ve destekler ancak İslamcıların geçen otuz yıl boyunca yaşadıkları tüm siyasi deneyimleri bu teorik tezlerle çelişmektedir. İran, Sudan, Afganistan ve Somali’ de olduğu gibi din devleti deneyimi, Hizbullah ile Hamas gibi devletçik deneyimi, ya da Mısır’da Müslüman Kardeşler, Irak’taki Mukteda Sadr’ın partisi, Yemen’de Havsiler, Pakistan’da ve diğer ülkelerdeki dini cemaatler gibi siyasi parti düzeyindeki oluşumlar... Hepsi için sonuç aynı.

BÜTÜN MUHALİFLER HAİN Mİ?
Bu deneyimler ve uygulamalar demokratik pratik kapsamında açık ara başarısız oldu. Sadece bununla da sınırlı değil. Din devleti ve dini partiler, rakiplerine yani aynı sistemin evlatlarına, şiddetli baskı uyguladı. Ayrıca bütün muhaliflere hainlik ve uşaklık suçlamalarında bulunuldu. Milliyetçiler ve komünistlerin altmışlı yıllar boyunca iktidara geldiklerinde yaptıkları da buydu. Fakat milliyetçi yönetim ile dini yönetim arasındaki fark, ilkinin rakiplerini tutuklaması, işkence etmesi ve halk adına idam etmesi, İkincisinin ise bunu Tanrı adına yapıyor olması.

KALKINMA ALANINDA DA BAŞARISIZ
Demokrasi alanında böyle. Kalkınma alanında ise dini siyasi modelin bütün deneyimleri yine başarısız oldu. İran devrimi 30 yılını tamamlayan ve hiçbir kalkınma başarısı gösteremeyen en yeni dini siyasi deneyim. İran Allah’ın bütün imkanlar, kaynaklar, enerjiler, maddi ve eğitimli beşeri zenginlikler bahşettiği bir devlet. İran’daki İslam devrimi ise halka verdiği sözlerin hiçbirini gerçekleştiremedi.

İran halkı devrimden 30 yıl sonra bugün zor ekonomik şartlar altında yaşıyor. Gençlerin çoğunluğu işsiz. Halkı ülkesinin zenginliklerinin, dışarıda devrimi destekleyen örgütler ve partilerin finans edilmesi için tüketildiğini görüyor. Kaynakların propaganda için harcandığı görülüyor. Rejimin övülmesi, olumsuz yönlerinin gizlenmesi için, gazeteler ve medya kuruluşları satın alınıyor. Ülkenin zenginlikleri silah biriktirmek, savaş tersaneleri kurmak ve uranyum zenginleştirmek gibi faydasız projelerde boşa gidiyor.

İRAN EN BÜYÜK SERVETE SAHİP AMA...
Bütün bunlar ABD’ye kafa atmak amacıyla yapılıyor!! İran bugüne kadar kalkınma ve üretimin kabul edilebilir minimum düzeyini gerçekleştirmekten aciz kaldı. En zengin petrol devleti olduğu halde, petrolü rafine etmek için tesis kurmaktan aciz. Hala petrolü dışarıdan satın alıyor, kupon sistemiyle dağıtıyor. İran halkı dünyanın en büyük servetine sahip olmasına rağmen umutsuz şartlar yaşıyor. Saygın ve köklü bir medeniyetin sahipleri olmalarıyla birlikte, İranlıların yaşam şartları kötü. Zulme hiç boyun eğmemiş bir halk olmasına rağmen, İran halkının özgürlüğü kelepçeli. İran gençliği rejimlerini uluslararası tecrit içinde görüyor. Kendileri ise açılımcı ve gençleriyle bağlantı içinde. İnternet ve cep telefonu ağını kullanan, dünya olaylarıyla had safhada ikircikli bir konumda etkileşim kuruyorlar.

Peki İran ve diğerlerindeki din devleti deneyiminden alınacak dersler nelerdir?

30 YILIN BİLANÇOSU: BAŞARISIZLIK
İslamcılara otuz yıldır iktidar olma ve iktidara katılma imkanı verildi. Bu deneyimlerin nihai sonucu bütün kalkınma alanlarında açık ara başarısızlık oldu. İslamcılar gerek yapılanma, kalkınma, üretim ve demokrasi, gerekse vatandaşlığı gerçekleştirme, birlikte yaşama, aynı toplumun evlatları arasındaki siyasi renkler, akımlar ve ideolojileri kaynaştırmada başarısız oldular. Dini ve mezhepçi bölünmeleri derinleştirdiler, İslam toplumlarının yapısındaki taassup eğilimlerini kökleştirdiler. Bütün silahlı dini gruplar kendi toplumlarının sırtında kanlı bir diken oluşturuyor. Ayrıca ulusal devletten sıyrılmış özel oluşumlar yaratmak isteyen ayrılıkçı projeleri temsil ediyorlar. Bunun örnekleri çok: Gazze’de Hamas, Yemen’de Havsiler, Afganistan ve Pakistan’da Taliban, Lübnan’da Hizbullah, Somali’de isyancılar, Irak’ta dini cemaatler. Ayrıca bu cemaatlerden bazıları kendi vatanlarında felaketlere yol açtılar.

İslamcıların iktidardaki bu başarısız deneyimleri sonrası ve İran’daki siyasi rejimin gerçeğinin ortaya çıkmasıyla, şüpheye yer olmaksızın din devletinin geleceğinin olmadığını kabul edebiliriz. Çünkü bu devlet hayatı donduruyor, toplumu felce uğratıyor, yaratıcılığı katlediyor, sevinç ve tebessümü öldürüyor, toplumun bireyleri için sıkıntı ve keder bırakıyor. Çünkü din devleti Komünist rejim, Nazi ve faşist rejim gibi kendi içinde bitişinin tohumlarını taşıyan totaliter yönetimin bir formatıdır. Son olarak din devleti insanlar arasında bağlantı kurmaya ve aralarındaki engelleri kaldırmaya çalışan çağın ruhuna aykırıdır.

* Katar’da yayımlanan El Vatan gazetesi, 7 Temmuz 2009 Arapçadan çeviri: HALİL ÇELİK

ABDULHAMİD EL ENSARİ - Katar Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, İslam Şeriatı öğretim üyesi

Sayfa Yükleniyor...