Müslüman ve Hıristiyanlar'ın ortak mücadelesi

Filistin ve Kudüs sorunu İslami bir perspektiften yorumlanıyor. Ancak Filistinli Hıristiyanlar da dünya kiliselerine, İsrail işgalinin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak görülmesi çağrısı yapıyor.

Müslüman ve Hıristiyanlar'ın ortak mücadelesi

İki olumsuz bir olumlu etmiyor: Birinci olumsuzluk, Filistin sorununu ve özellikle de Kudüs sorununu İslami tekele almaya çalışmak girişimi. Yani sorunu İslami bir sorun olarak tasvir etmeye çalışmak. Bu yapılırken Filistinli Hıristiyanların hakkı göz ardı edilmekte ve İsrailli gaspçının pençelerinden haklarını geri alma direnişindeki rolleri hafife alınmaktadır.

İkinci olumsuzluk ise Hıristiyanların içe kapanarak veya dışarıya göç ederek, sahadan çekilmeleridir. Bu, tekelleşmenin dayattığı uzaklaştırma ve marjinalleştirmeyi kabul etmek ve rol oynamaktan vazgeçmek anlamına geliyor.

İslami tekelleşme girişimi, Kudüs’ün kurtuluşu için bir strateji belirlenmesini öngören İslam Konferansı Örgütü kararını yanlış yorumlamaktadır. Bu yanlış anlamanın sonucu ise, Kudüs’ün kurtuluşu yerine kentin daha da Yahudileşmesi oldu. Yahudi direncinin kırılması bir yana, yerleşimcilik genişleyerek arttı. Kutsal dini mekanları kurtarmak yerine, yerin üstünden ve tüneller kanalıyla kutsal mekanlara saldırılar arttı. Haklar geri alınacağına, işgalci kendi tanınma alanını genişletti.

SORUN MÜSLÜMAN-YAHUDİ SORUNU DEĞİL
Hıristiyanların içe kapanma girişimleri ise aşırılığın artmasını teşvik etti ve Filistin sorununun Yahudilik ile İslam arasındaki bir dini çekişme sorunu olduğu şeklinde yanlış bir izlenime yol açtı. Sorunun ezilen ve sürülen bir halkın sorunu, gasp edilmiş vatan toprağı, İslam ve Hıristiyanlığın çiğnenmiş kutsallıkları sorunu olduğu gerçeğini deforme etti.

Ancak İslami tekelci anlayış şu ana kadar ulusal hakların geri alınması ve kutsal mekanların kurtarılmasında başarılı olamadı. Hıristiyanların içine kapanması da silahlı direnişi güçlendirmek ve siyasi müzakereleri iyileştirmekte başarılı olamadı. Aksine her iki girişim de direnişin ve müzakerelerin daha da zayıflamasına yol açtı. Bu iki gerçek, İsrail işgalinden kurtulmak için daha iyi, güçlü ve etkin bir mücadele umudunu güçlendiremedi.

1974’te Kudüs sorununu ele almak için Lahor’daki İslam Zirve Konferansı yapıldığı sırada Ortodoks Patriği IV. Elias konferansta bir konuşma yapma talebinde bulunur. O vakit İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olan merhum Hasan El Tehami talebi, konferansın destekçilere açık olmadığı gerekçesiyle reddeder ve ‘Konferansı destekçilere açarsak dünyanın dört bir yanından onlarca ismi çağırmamız gerekir’ der. O gün Patrik şöyle cevap verir: "Ben Kudüs konusunda İslam zirvesini desteklemiyorum. Ben İslam zirvesinin Kudüs davamda beni desteklemesini istiyorum."

Sonrasında iki gelişme yaşanır. Patrik İslam zirvesi platformuna çıkar. O gün Pakistanlı Müslümanlar, Patriği papaz giysileriyle, haç ve dini simgelerle İslam zirvesi platformuna çıkıp Kuran dili Arapça ile sadece kendilerinin sorunu olduğunu düşündükleri bir sorunla ilgili konuşurken görerek bir sürprizle karşılaşırlar. O vakitten itibaren Ortodoks Kilisesi Patriği'nin Kudüs konusunu ele alan İslam zirvesi konferanslarına çağrılması bir gelenek halini alır.

İkinci gelişme ise Hasan El Tehami’nin, İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olarak sorumluluklarının sona ermesinin ardından, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın İsrail’deki ilk delegesi olmasıdır.

FİLİSTİNLİ HIRİSTİYANLARDAN TÜM KİLİSELERE ÇAĞRI
Bu hikayeden şu iki sonucu çıkarabiliriz: İlki Filistin sorununu İslami tekele alma ve bu sorundan Hıristiyanlığın elini çekme girişimi, sorunun emin ellerde olduğu anlamına gelmez. İkincisi ise şartları ne kadar olağanüstü olsa da Hıristiyanların içlerine kapama girişimleri, imanla ve imanın öngördüğü yükümlülüklerle çelişmektedir.

Filistin kiliselerinin başlattığı ‘Hak, iman, umut ve muhabbet sözü’ girişimi bunu teyit ediyor. Hıristiyan inancından hareketle girişim, bütün dünya kiliselerini İsrail işgalinin Allah’a ve insanlığa karşı işlenmiş bir hata olarak görülmesi çağrısı yaptı. Bu temelde girişim, “işgali meşrulaştırmak için kutsal kitaba, inanca veya tarihe uygunluk iddia eden herhangi bir teolojinin kilisenin öğretilerinden uzak olduğunu teyit etmektedir. Çünkü böyle bir teoloji Allah adına şiddet ve kutsal savaş çağrısı yapmakta, Allah’ı beşeri çıkarlara boyun eğdirmekte, O’nun siyasi ve teolojik zulüm altındaki insanlık içindeki suretini lekelemektedir.”

Şimdi soru şu: kiliseleri bu girişimi benimseyecek mi? Ortada bazı olumlu göstergeler var:

Çeşitli kiliseler, İsrail’in yeni yerleşim yerleri inşa etme politikalarına karşı tek başlarına veya toplu girişimler ile karşı çıkıyorlar. Örneğin Amerikan Presbiteryen Kilisesi, İsrail duvarının inşa edilmesine tepki olarak İsrail’den yatırımlarını çekme kararı aldı. Üstelik kilise bu girişimi, Uluslararası Adalet Divanı'nın duvar inşaatının meşru olmadığını öngören kararından önce gerçekleştirdi. Bu kilise hiçbir Arap veya İslami merciden takdir mesajı almadı, ancak şiddetli Siyonist tepkilere katlandı. Sonra 367 Protestan ve Ortodoks kilisesini içine alan Dünya Kiliseler Konseyi, İsrail’in Filistin insanının haklarına yönelik ihlallerini defalarca kınadı. Yalnız bu tekrarlanan tutumlar, maalesef beraber çalışan bir İslam-Hıristiyanlık anlayışını tesis etmedi.

Şimdi dünyadaki kiliselerin Filistin kilisesinin yeni girişimini benimsemesi umuduyla birlikte Müslümanların da aynı girişimi benimsemeleri çok önemlidir. Benimsemek iki olumsuzluğu ortadan kaldırır. İslami tekelleşme girişiminin olumsuzluğunu ve Hıristiyan içe kapanma girişiminin olumsuzluğunu…

Yani ne tekelleşme, ne içe kapanma. Aksine ortak düşmanın pençelerinden bir hakkı geri almak, aynı geleceği inşa etmek ve belirlemek amacıyla birlikte çalışmak için bütünleşme ve dayanışma içine girmek gerekiyor.

* Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi El İttihad, 5 Mart 2010, Lübnan İslam-Hıristiyanlık Diyaloğu Ulusal Komitesi Genel Sekreteri, Arapçadan çeviri: Halil ÇELİK

Sayfa Yükleniyor...