Haftanın filmleri

Bu hafta 3'ü yerli toplam 8 film vizyona giriyor.

Haftanın filmleri

İKİNCİ BİR ŞANS

Zıt karakterli iki polisin öyküsü sıkça gelir karşımıza. “Daha İyi Bir Dünyada” ile 2011’de yabancı dilde en iyi film Oscar’ını kazanan Susanne Bier’in yeni filmi de bu yapıya sırtını yaslamış. Ama komedi beklemeyin. Durum ciddi. Andreas ve Simon, iki kanka dedektif. İşlerinde başarılılar. Özel hayatlarına gelince işler farklılaşıyor. Andreas, güzel eşi ile düzenli bir ev hayatı sürerken Simon, yeni boşanmış olmanın da etkisiyle kendini boşluğa düşmüş gibi hissediyor. İş dışındaki vaktini striptiz barlarda ve içki şişelerinin dibinde geçiriyor. Hayata bakışlarındaki farklılık, bir gün gittikleri bir olay mahallinde iyice belirginleşiyor.

Dolapta ağlayan bir bebek buluyorlar. Andreas ve Simon’ın, olayı çözme konusunda farklı çalışan beyinlerinin bir çatışmasını izlemeye başlıyoruz. “Game of Thrones”taki Jaime Lennister rolüyle tanınan Danimarkalı aktör Nikolaj Coster-Waldau, Andreas karakteriyle sağduyuyu canlandırıyor. Arkadaşı Simon rolündeki Ulrich Thomsen ise seyircinin kafasındaki yaramaz çocuğu temsil ediyor. Acaba yolunu kaybetmemek için hangisi daha çok işe yarar hayatta? Film bunun da cevabını vererek artılarını artırıyor.

SON MEKTUP

Çanakkale Savaşı’nın 100. yılını idrak ettiğimiz şu günlerde milliyetçi duygularımızın kabardığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla bugünlere özel hazırlanan ”Son Mektup” da, elbette izleyiciyi bir ölçüde beyazperdeye çekecektir. Temel sorun ise şu: ABD emperyalizmini en ağır şekilde pompalayan Hollywood yapımı savaş filmlerinde bile başarıyla uygulandığını gördüğümüz “hikaye anlatma yapısı” maalesef kurulamamış. “Karakter(lerin) hikayesi” ile “tarihi perspektif” arasındaki o denklemden söz ediyoruz. Bir ya da bir grup insandan tümevarımsal izlekle genel bir kanı oluşturacak şekilde dramatik bir yapı kurmak yerine yine her şeyin dahil edilmeye çalışıldığı bir yapı var karşımızda. Öne çıkanlar var elbet. Tayyareci Yüzbaşı Salih Ekrem örneğin. Gönüllü gider Çanakkale cephesine. Nihal hemşire ile burada tanışır. Bir de şahit bulurlar aşklarına. 

Yetimdir, küçük bir gazidir Fuat. Hal böyleyken oradan oraya cepheden cepheye koştururuz. Üstelik Çanakkale denilince dünya askeri tarihine görülmemiş dehasıyla damgasını vuran Mustafa Kemal’e yer vermeye de nedense gerek görülmemiş. Film savaşın dehadan çok sadece iman gücüyle kazanıldığını söylüyor. Perspektif böyle olunca dramatik yapı da inandırıcılıktan aynı hızla uzaklaşıyor haliyle. İşçiliğe gelirsek; savaşın bugüne kadar az işlenmiş hava muharebeleri sahneleri nedeniyle görüntü yönetmeni Uğur İçbak’ın elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Ama 7 yıl süren hazırlığa (ve 20 milyon liralık bütçeye) rağmen, kendi tarihimizden fışkıran cevherleri sinemada başarıyla işleme konusunda hala çok geride olduğumuzu görmek üzücü. Önceki filmi “120” ile hatırı sayılır gişe elde eden Özhan Eren, filmin hem yapımcısı hem senaristi hem de yönetmeni. Başrollerde Tansel Öngel ve Nesrin Cavadzade var.

PASOLINI

Aslında iyi bir film için her şey mevcut. Sinema dünyasının nev-i şahsına münhasır bir karakterinin biyografik öyküsü. Başrolde karizmasıyla nam salmış bir adam. Kamera arkasında ise kült olmuş filmlerin yönetmeni. Ama olmayınca olmuyor demek ki! Şair, yönetmen, gazeteci ve eylem adamı Pier Paolo Pasolini 1975 yılında öldürülmüştü. Oysa, sadece İtalya’nın değil tüm Avrupa’nın en özgün sinemacılarından biri olarak görülüyordu. İtalyan yeni-gerçekliğine kendi yorumunu getirmişti. Günahın henüz icat edilmediği bir dünyada geçiyordu filmleri. Cinselliğe yaklaşımı bugün bile tartışılan “Salo ya da Sodom’un 120 Günü”nün yönetmeniydi. 2005’te bazı yeni kanıtlara ulaşılmasıyla cinayet dosyası raftan indirildi. Sevgililerinden biri olan genç bir erkek tarafından öldürüldüğü söylendi.

Filmleriyle tüyler ürpeten Pasolini’nin hayli “gerçekçi” yaşam öyküsünü olabildiğince “gerçekçi” bir şekilde perdede izlemeyi beklerken kült yönetmen Abel Ferrera ne yapmış peki? Pasolini’nin hayatını, içinde bulunduğu siyaset ve sinema dünyasının içine gömmüş adeta. Üstelik Pasolini’ne fiziken de benzeyen çok yönlü oyuncu Willem Dafoe de çaresiz kalmış görünüyor. Böyle olunca, yapılan bu güzelim orta’ya çakılan sağlam vole, farklı şekilde auta gidiyor.

OHA: OF’LU HOCAYI ARAMAK

Politik mizah üretmeye çalışan ve yer yer “mockumentary”(sahte belgesel) esintileri taşıyan bir film. Karadenizli işadamı Ali Baltaoğlu, Doğu Karadeniz’de dağ turizmine merak sayar. Ama bölgeye ilişkin anlatılan fıkralar, aslı astarı olmayan efsaneler yüzünden yatırım konusunda sıkıntılar yaşar. 

Bu nedenle bir ekip toplayıp gerçekleri anlatan bir belgesel çekmelerini ister. Ekibimiz yollara düşer. İşe “Of’lu Hoca” efsanesinden başlamaya karar verirler. Ama macera ilerledikçe efsane, yalan ya da şaka sanılanların gerçek olduğunu anlamaya başlarlar. Senarist-yönetmen Levent Soyarslan’ın imzasını taşıyan filmin oyuncuları Yaşar Kalyoncu, Adem Yılmaz, Ergun Karamık, Murat Çelik ve Hakan Meriçliler olarak sıralanıyor.

KURALSIZ

Geleceğe dair karamsar öykünün devamı bu. İlk film olan “Divergent”ta toplumun beş parçaya ayrıldığını, bu hiyerarşik yapı içinde belli bir yaşa gelen gençlerin kendileri için biçilen sınıflardan birine dahil edilerek eğitilmeleri anlatılmıştı. “Uyumsuz” bu kez “isyankar”a dönüşüyor. Güzeller güzeli aktris Shailene Woodley’nin oynadığı Tris, ilk filmin finalinde bıraktığı yerden devam ediyor.

O noktada, tüm sistemi değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu keşfetmişti. “Kuralsız”da Tris işte bu gücünü kullanıyor ve hiyerarşik yapıyı darmadağın edecek devrime öncülük ediyor. Woodley’e Jai Courtney, Ansel Elgort, Miles Teller ve Theo James eşlik ederken kamera arkasında ise “Dövme”, “Zaman Yolcusunun Karısı”, “Uçuş Planı” ve “Red” filmlerinden tanıdığımız Alman yönetmen Robert Schwentke var. Devam filminin başarılı bulunduğunu ve Schwentke’nin serinin iki parça halinde yayınlanacak son macerasını yöneteceğini de vurgulayalım.

KOCAN KADAR KONUŞ

Şebnem Burcuoğlu’nun çok tutan aynı adlı matrak romanından uyarlanan film, çevresindeki tüm  arkadaşları evliliğe doğru yol alırken aradığı aşkı bir türlü bulamayan Efsun’un hikayesini anlatıyor. Ana fikir, ülkemiz topraklarında 30 yaşına gelmiş bir kadının evlenememiş olmaktan duyduğu mutsuzluk zira bu coğrafyanın kadınları daha erken yaşlarda “‘koca bulmaya” programlanmıştır!

Efsun’un hikayesi bir anlamda gerçek aşk, sevgi, dürüstlük gibi kavramları da tartışmaya açıyor. Neyse ki İzmir’den gelen yakınları ona “kadınlığın kitabını” öğretmeye başlıyor. Efsun, erkeklerin tüm zaaflarını öğrenmiş(!) olmanın özgüveniyle hayata sıfırdan atılıyor ve hikaye bu ya, karşısına lise aşkı Sinan çıkıyor. Başrollerde Ezgi Mola ve Murat Yıldırım’ı izleyeceğimiz filmin yönetmeni Kıvanç Baruönü. Haftanın umut vaat eden komedilerinden.

FOKUS

Sinemada bazen öykünün getirdiklerinden hareketle aslında o kadar da iyi karaktere sahip olmayanların tarafını tutarız. Mesela bir dolandırıcının! Nicky, usta bir dolandırıcı. Kandırmacada üstüne yok. Bir gün genç ve güzel Jess ile tanışır. Onda potansiyel görür ve işin inceliklerini öğrenmek ister. Ama kaçın kurası Nicky, duygusal açıdan da yaklaşmayı deneyince baltayı taşa vurur. Jess uzaklaşıverir. Aradan seneler geçer. Jess artık Buenos Aires’te yüksek meblağların konuşulduğu araba yarışları camiasında büyük bir isimdir.

Jess bir gün çok önemli bir tezgahı bozar ve Nicky’nin dünyasını başına yıkar. Aksiyon dozu yüksek, aşk serpintileriyle bezenmiş bu öyküde deneyimli dolandırıcıyı ne zamandır hasret kaldığımız Will Smith, “femme fatale” rolünü ise Margot Robbie oynuyor. Genelde ortalamanın üzerinde eleştiriler alan filmin yönetmeni ise Glenn Ficarra-John Requa ikilisi. Yazar-yönetmen ikiliyi, önceki işleri “Crazy Stupid Love” ve “I Love You Phillip Morris” ile de gayet sevmiştik.

GUNMAN

Bu haftaki yazımızda bir kaç kez maalesef kelimesini kullanmak zorunda kaldık ama belki de en maalesefi bu! Sen kalk iki kez Oscar kazanan deneyimli bir aktör ol, 50’nden sonra aksiyon sinemasına merak sal, sonra böyle bir film çek! Denemek istemiş gerçi, bir şey diyemezsin. Sean Penn’den söz ediyoruz. Söylenen doğru. Aktör gerçekten de ilk kez katıksız bir aksiyon filminde başrol oynamış. Üstelik kadro da sağlam. Bir yanda İdris Elba’lar Ray Winstone’lar diğer yanda koskocaman Javier Bardem.

Gelin görün ki yönetmenin performansı bir gömlek aşağıda kalmış. John Travolta’lı “Paris’ten Sevgilerle” ve Liam Neeson’lı “96 Saat”i çekerken çok da zorlanmayan Pierre Morel, bu kez kimlerle takıldığını fark edememiş sanki. Bir roman uyarlaması olması dolayısıyla ortada bir öykü bulunduğunu düşünebilirsiniz. Şöyle anlatalım:

Jim Terrier, bir zamanlar uğruna ölmeyi göze aldığı örgütü tarafından ihanete uğramış eski bir ajandır. Yeni bir hayata başlamanın arifesindeyken üstelik. Peşindekiler ise bir zamanlar dost bildikleridir. Jim bu tehlikeli örgütün pençesinden kurtulmaya çalışırken evlenmeyi düşündüğü sevgilisi Anne’yi de korumak zorundadır. Gördüğünüz gibi tam Jason Statham’lık son derece orijinal bir öykü! Ama filmde Statham’ı Sean Penn oynuyor. Onu kurşunlardan kaçarken izlerken bir parça üzülebilirsiniz. Filmin işçiliğine lafımız yok, ama sinemasal değerinin ortalama bir Transporter filmiyle aynı olduğunu söylersek, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılabilir.

Sayfa Yükleniyor...