Haftanın filmleri

Bu hafta 4'ü yerli toplam 9 film vizyona giriyor.

Haftanın filmleri

BEKAR KALMAK SUÇTUR!
“THE LOBSTER”

Distopik filmleri severiz, dünyanın gittiği yeri sembolize ederler. Uzatmadan konuya geçmekte fayda var: Yalnız kalmış, ilişkisi olmayan insanlar yani “bekarlar”, toplumun “kontrol” edilmesi gereken bireyleridir. Alternatif bir gelecekte geçen hikayede bu bekar insanlar, tutuklanmamak için bir otelde 45 günlük programa katılırlar. Burada kendilerine “eş” seçmek zorundadırlar. Üstelik bu ilişkide başarılı olamazlarsa, kendilerinin seçeceği bir hayvana dönüştürüleceklerdir!. İlginç değil mi? Dahası da var. Filmde başkarakter David, biraz asilik yapıyor. Bu duruma isyan edip yerleştirildiği otelden firar ediyor, karanlıkta ormana kaçıyor. Acaba aşk, onu ormanda bekliyor olabilir mi? “Dogtooth”la yeteneğini zaten ispat etmiş olan Yunan sinemacı Yorgos Lanthimos, distopya sevenleri bile şaşırtacak bu öyküyü gayet dengeli biçimde anlatmayı başarıyor. Başrollerde Colin Farrell, Ben Whishaw, Rachel Weisz ve Lea Seydoux gibi uluslararası yıldızlar var. Genç yönetmenine Cannes’da Jüri özel ödülü getiren film, her haliyle ilgi çekici ve “yılın en iyileri” listelerinin gediklisi olmayı da başarmış durumda.
(5 üzerinden 4 puan)

JAPONLARI NEDEN SEVERİZ?
“ERTUĞRUL 1890”

Meşhur Osmanlı fırkateyni Ertuğrul neyin nesidir, Türk-Japon dostluğunun neresine denk düşer, diye merak ediyorsanız bu film onu anlatıyor. 1887 senesinde Japonya heyetinin İstanbul’u ziyaretinin hemen ardından Ertuğrul fırkateyni Japonya’ya gider. Yurda dönüş yolundaysa kayalıklara çarpar, 681 kişiyle sulara gömülür. Kazadan 69 kişi kurtulur. Sahile zar zor ulaştıklarında Japon köylüler tarafından misafir edilirler. Film sadece bu olayı anlatmıyor. Bir hadise daha var. Hadi onu da filme saklayalım. İki halkın dostluğunda önemli kilometre taşlarını işleyerek farklı bir yol izleyen “Ertuğrul 1890”, tarih meraklılarının özellikle ilgisini çekeceğe benziyor. Türk-Japon ortak yapımı filmin oyuncu kadrosunda da her iki ülkeden oyuncular yer almakta. Bizim tarafta Alican Yücesoy, Uğur Polat, Kenan Ece ve Tamer Levent dikkat çekiyor. (5 üzerinden 3 puan)

EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜR MÜ?
“DELİBAL”

Romantizm ve dramayı birleştiren -ki çok zor olmasa gerek, özenli bir film “Delibal”. Özeni şu: her ne kadar klişe bir ana hikayeye sahip olsa da, karakterlerine önem vermiş, onlarla konuşmuş. Mimarlık fakültesinde tanışır Barış ve Füsun. Barış iyidir iyi olmasına ama “bal’ın fazlası zehirdir”. Füsun ABD’de master yapma hayalleri kuran idealist bir kızdır ama Barış’ın gözünde “efsun”ludur. Genç adam büyülenmiştir bir kere. Ne yapar eder, kızın gönlünü çaldığı gibi aklını da çeler. Evlenirler. Aşk “vaatleri ayarlama enstitüsü” ise evlilik “yalanları rafa kaldırma okulu” gibidir. Evlenince “çıplak” kalırlar. Birbirlerinin gözünde o eski büyülerini kaybetmeye başlarlar. Evlilik aşkı öldürmez belki ama “masal”ı öldürür filmde. Çağatay Ulusoy ve Leyla Lydia Tuğutlu’nun başrollerini paylaştığı filmin yönetmeni Ali Bilgin, senaristi ise Yıldırım Türker. Çağatay Ulusoy filmde Sezen Aksu imzalı bir de şarkı söylüyor.
(5 üzerinden 3 puan)

YILIN EN İYİ YERLİ’LERİNDEN BİRİ
“SAKLI”

Yılın en iyi yerli yapımlarının çoğu yıl sonunu beklemiş sanki. Önce “Sarmaşık” sarstı bizi, şimdi de “Saklı”. İsmiyle müsemma bir film. Söyleyecek boş sözü yok. Yer yer hakim olan sessizliği, duygularını saklamaya çalışan karakterlerinden kaynaklanıyor. İzleyici, bu “saklambaç”ı sonuna kadar ilgiyle izliyor. Anlatalım: Mahir vakur, sakin kişiliğiyle bilinen, yaşını almış bir müzisyen. Kızının okuldan arkadaşı Duru’yla yakınlaşır. Aralarındaki yaş farkı büyüktür. Ama “sokaklar karanlıktır”. Gölgelere saklanırlar. Duru’nun babası Ali ise tipik bir orta sınıf/muhafazakar aile babasıdır. Evin içinde belli kuralları vardır. Ama herkes yalan söyler. Onun da sırlarını görür seyirci. Her saklambaçta olduğu gibi gölgelerin saklamaya çalıştığı o sırlar gün ışığına çıkacaktır sonunda. Yazar-yönetmen Selim Evci’ye Antalya Film Festivali’nde ödül kazandıran filmin dünya prömiyeri Montreal Film Festivali’nde yapılmıştı. Filmin çeşitli festivallerden de ödüller kazandığını not düşelim. Özellikle görüntü çalışmasıyla dikkat çeken filmin başrollerinde İlhan Şeşen, Settar Tanrıöğen ve Türkü Turan var. Film, seyreden sinemaseverlerin zihninde uzun süre “saklı” kalabilir.
(5 üzerinden 4)

KAHRAMANLAR YALAN SÖYLEMEMELİ!
“SON EFSANE”

Çoğumuz efsanelere inanmaya meyilliyizdir, bu nedenle gerçek olmadıklarını anladığımızda hayalkırıklığı yaşarız. O efsanelerden biri de, kendi alanında dünyanın en zorlu parkuru sayılan Fransa Bisiklet Turu’nu peşpeşe defalarca kazanarak kırılması güç bir rekora imza Lance Armstrong. Onu efsane olmaya taşıyan sadece spordaki bu başarısı değildi. Testis kanserini yenmesi de vardı. Azim ve kararlılığın, inanmışlığın sembolüydü. Yaşantısı “inanırsan her şeyi başarırsın” türünden bir motto’ya bile dönüşmüştü. Ve ne yazık ki aynı zamanda dopingliydi. Kanseri yenmişti ama yarışları kazanırken hile yapmıştı. Yalan söylemişti. Hatta, sporda doping kullanımını sistematiğe dönüştürmüş isimlerden biri olduğu ortaya çıkmıştı. “Son Efsane”, İrlandalı bir spor muhabirinin, Armstrong’un karanlık yüzünü ortaya çıkarmak için delil peşinde koşmasını anlatan kitaba dayanıyor. Yönetmen ise iki kez Oscar’a aday gösterilmiş usta sinemacı Stephen Frears. Filmde ünlü bisikletçiye Ben Foster hayat veriyor. Dustin Hoffman da yan rollerden birinde. Böyle bir filmin büyük ses getirmemesinin en büyük nedeni, bu büyük hayalkırıklığından muzdarip seyircinin kandırılmışlığını seyretmek istememesi olarak açıklanabilir belki. Yoksa iyi film.
(5 üzerinden 3 buçuk)

TAKLİT ASLINI ARATIR
“POINT BREAK”

Sevdiğimiz filmlerin o halleriyle anılarımızda kalmasını severiz. Ama bazıları bunu umursamaz. “Yeniden” derler, “neden olmasın” derler, “para” derler. 1991 yapımı “Point Break”i hatırlarsınız. Merhum Patrick Swayze ile Keanu Reeves’in macerasını ilgiyle izlemiştik. Film belki ilk çıktığında büyük sansasyon yaratmamıştı ama zamanla fısıltı gazetesiyle yayılıp yıllar içinde de kült’e dönüşmüştü. Öyle ki, “karanlık tarafa geçip zaman zaman hırsızlık yapan sörf tutkunlarının peşine düşen FBI ajanı” diye tekrarlanan bir konsept bile oluştu. 2015 yapımı “Point Break” ise, bugün bile hala severek izleyebildiğimiz o klasiğe -istemeden- iyilik yapıyor aslında. Çünkü orijinalin kıymetini artırıyor. İlk “Hızlı ve Öfkeli” filmindeki görüntü yönetmenliğiyle dikkat çeken Ericson Core, kariyerinin ikinci uzun metrajında özellikle aksiyon sahnelerinde bekleneni veriyor vermesine ama mekanları farklılaştırmak, orijinal olay örgüsünü değiştirmek, filmi daha iyi yapmıyor. Hatta film, bazı yerlerde “Point Break”ten çok, zaten o kökten beslenen “Hızlı ve Öfkeli” serisinin yeni bir halkasına benzemeye başlıyor. Çoğunu sadece Taylor Swift hayranlarının tanıyor olabileceği oyuncu kadrosuyla filmin bu açıdan da etkileyici olabilmesi çok zor. Sadece, Ray Winstone gibi önemli bir ismin bu kadroda ne aradığını merak etmemek mümkün değil.
(5 üzerinden 2 puan)

NOEL FİLMLERİNE DEVAM
“BARCELONA’DA BİR YILBAŞI GECESİ”

İspanyol yapımı Noel filmi, bu türdeki benzer filmlerin bir tık üstünde, baştan söyleyelim.

Yönetmen Dani de la Orden, “Barcelona’da Bir Yaz Gecesi”ndeki “farklı hikayeleri birleştirme” becerisini, Noel gecesine taşımış bu kez. Barcelona’nın sinematografik dokusundan sonuna kadar yararlanan film, konsept itibarıyla yeni bir şey sunamasa da, Orden’in estetikten anlayan göz’ü sayesinde benzerlerinden sıyrılıyor. Ayrıca ele aldığı hikayelere ve karakterlere yüzeysel değil, derinlemesine yaklaşmaya çalışıyor. Örneğin Carles ve Paula. Kötü giden evliliklerini kurtarma savaşı verirken, bir başka karakter Oscar, hayatının aşkını bulmaya çok yaklaşıyor. Tamam kabul, film anlattıklarımıza rağmen hala çekici gelmeyebilir, üstelik oyuncu kadrosu da uluslararası şöhretler içermiyor ama, güzel görüntüler eşliğinde yeni yıla bu eşsiz şehirde girmek isteyebilirsiniz.
(5 üzerinden 3 puan)

GERÇEK ÖYKÜLERDEN HOŞLANANLARA
”BUZ VE GÖKYÜZÜ”

Herkese hitap etmeyen bir konuya sahip olmasına rağmen çoğu kişinin ilgisini çekebilecek bir film. Neden derseniz, Antarktika üzerinde uzmanlaşmış buzul bilimci Claude Lorius’in enteresan hayatını anlatıyor. Bize göre asıl neden ise, filmi çeken ismin, 2005 tarihli “İmparator’un Yolculuğu”nda penguenlerin eş seçme seremonisini anlatarak belgesel dalında Oscar kazanan Luc Jacquet olması. Burada kilit nokta, gerçek anılarına tanıklık ettiğimiz ünlü bilim insanının hayatının gerçekten ilgi çekici olması. 1957 yılında başladığı araştırma serüveni boyunca sayısız keşfe imza atan Lorius bir gün Antarktika’daki bir eğlence sırasında keşiflerine bir yenisini ekler: Sondajla çıkardıkları bir buz kalıbını kırıp viskisine atarken buzun içinde yıllar önce sıkışmış hava olduğunu fark eder. Bu tip olaylarla örülü film her ne kadar başta belirttiğimiz gibi belli bir kesime hitap ediyor görünse de anlattığı konunun önemi ortada. Üzerinde yaşadığımız gezegenin aklımızın alamayacağı kadar eski günlerinden kalma buzullarda hala keşfedilmeyi bekleyen çok şey olduğunu anlatıyor. Filmin bu yılki Cannes’ın kapanışını yaptığını da ekleyelim. 

(5 üzerinden 3 puan)

KAR YAĞMIŞ NE Kİ?
“KAR KORSANLARI”

1980 darbesinin hemen başlarında Kars’ta geçiyor öykü. Yılın yarısını karla kaplı geçiren bölgede, yaşamsal zorluklara darbenin getirdiği koşullar ekleniyor. Örneğin bölge halkı kömür edinmekte güçlük yaşamaya başlıyor. Sadece imtiyazlı kişiler ve bazı devlet kurumlarının ulaşabildiği kömür tam bir “kara elmas”a dönüşüyor. Olayları üç yakın arkadaş olan Serhat, Gürbüz ve İbo’nun gözünden izliyoruz. Karne tatilini kömür bulmaya çalışmakla geçirirler mesela. Dayanışırlar. Ama dayanışma bir yere kadar ısıtır. Faruk Hacıhafızoğlu’nun gayet hoş biçimde yazıp yönettiği filmin başlıca rollerinde Taha Tegin Özdemir, Yakup Özgür Kurtaal, Ömer Uluç ve İlker Sır yer alıyor. İstanbul’da az biraz kar yağdığında hayatın felç olduğunu hatırlayacak olursak Kars’ta aylarca insanların ne koşullarda yaşamaya çalıştığını anlamak için enteresan bir deneyim olabilir.
(5 üzerinden 3 puan)

Sayfa Yükleniyor...