"İsviçre ve Berlin Sendromu"

Bir yer düşünün... Almanya ve Fransa’ya 10 dakika! Üstelik herkes mutlu. En azından tutunuyor. Tarih ve huzur iç içe... İsviçre’nin Basel şehrinden bahsediyorum. Oradaydım, ruhum hala orada. Eve döndüğümdeyse sinema hayatımı kurtardı. “Berlin Sendromu” bu hafta vizyonda. Bir şehir, bir film yaptım sizin için. Buyurun, iyi okumalar...

"İsviçre ve Berlin Sendromu"

ŞEHRİN KENDİSİ YETMEZMİŞ GİBİ İKİ TANE DE SANAT FUARI VAR

Yabancı bir şehre gitmeden önce ruhum biraz daralır. Düşme tehlikesi geçirdiğimiz son uçak yolculuğunun ve sosyalleşme korkusunun bu duruma etkisi büyük. Sonuçta develerle yolculuk çok eskide kaldığı için Basel’e giden uçağa bindik. Titrek bir yolculuğun ardından küçük havaalanına indik. Hacet gidermek ya da duman açlığını doyurmak için çıkıp aynı kapıdan girebildiğin havaalanı özgürlüğe atılan ilk adım gibiydi. Rahat bir tatil olacağı daha ilk andan anlaşılıyordu. 

"İsviçre ve Berlin Sendromu" - 1

Benim başka bir görevim daha vardı. Arkadaşlarımız Basel’de bir sanat galerisi açıyordu. İstanbul’dan İsviçre’ye sanat taşıyorduk yani. Üstelik Basel’in ünlü fuarlarından Rhy Art, bizimkilere dönüş yapmıştı. Önce fuarı didikleyip, sonra şehri gıdıklarım dedim. Art Basel’e göre daha butik işler vardı bu mekanda. Ama çok iyilerdi. Özellikle Eliane Zinner’in ve Porcu Sandro’nun çalışmalarını Ren nehrinin kıyısı eşliğinde izlemek büyük keyifti. Fuara gelenler çoğunlukla amcalar ve teyzelerdi. Yanında çocukları ve torunlarıyla iş dönüşü yapılan aktiviteler arasındaydı sanat turu. Onca sakinliğin ve huzurun içinde ya sanat turu yaparsın, ya bayırlara çıkarsın ya da delirirsin. Şehirde üçünü de yapan bolca insan vardı. Bizim galerinin işleri de sevildi. Baselist’in heykelleri ve tabloları şimdilik sadece “bakmalık” formatında sergileniyor. Kısa zamanda “almalık” formatına terfi ettiğinde şehre yerleşeceğimi söyleyebilirim. Kederden değil huzurdan delirmek isteyenlerdenim. Meşhur Art Basel’e gelince: Pahalı bir etkinlikti. Tercihimi Desing Miami’den yana kullandım. Sanatın pahalı yüzünü görmek, sahip olma dürtüsünü kamçıladı. Birileri müthiş tasarımlar yapmış zamanında. Zamansız işlere imza atmış. Bu takdir edilesi, evet. Asıl acayip nokta, birilerinin de o tasarımları alıyor olması. Dünyanın zenginliği çoktu eskiden şimdi zenginleri çok.

"İsviçre ve Berlin Sendromu" - 2 Rhy Art’taki Baselist Galeri’nin eserleri oldukça sevildi.

ASLA KAYBOLMAYACAĞIN ŞEHİR: BASEL

Tanımadığım bir şehre gelmişken ağzımın tadıyla kaybolayım diyemezsin Basel’de. Her şeyi yaparsın ama kaybolmak, asla! Eski ve yeni diye ikiye ayrılan, köprülerle donatılmış, sadece 3 binanın tarihi görüntüyü bozmaya çalıştığı ama yine de başaramadığı şehirde milyonlarca adım atmış olabilirim. Kocaman klisesi, Hitler’in ruhunu taşıyan evleri, başka ülkelere ait restoranları, bit pazarı, barları, karanlık kulüpleri, meclis binası, hiç durmayan tramvayları, nüfusun neredeyse yarısını oluşturan Türk’leri ve kendilerine Türk denmesinden hoşlanmayan Türkiyelileri ile dahilikle deliliğin arasındaki ince çizgide yürüyen bir şehir Basel. Yine olsa yine giderim. Siz de gidin!

"İsviçre ve Berlin Sendromu" - 3 Dünyanın en küçük şehirlerinden Basel’de tarihi binalar, köprüler, kliseler, okullar ve kafeler oldukça etkileyici.

BÖYLE SENDROMA CAN KURBAN: BERLİN SENDROMU

Max Riemelt... Düşlerimizin çalar saati. Gerçeğin tüm çıplaklığıyla kendini gösterdiği –çıplak kelimesine özellikle vurgu yapmak isterim- anların adamı. Hayatı çok sevmekle, ondan nefret etmek arasında gidip gelen ruh hallerimizin kaynağı. Sense8 dizisini izleme nedenlerimizden en geçerli olanı. Dizinin biteceği haberini aldığımızda kulağımızda çınlayan ağıdın en acı makamı... Gibi onlarca cümle kurabilirim onun için. Bir kadının bir aktör uğruna ne hallere gelebileceğini görün istedim. 90’larda gerçek boylarıyla pop starların posterlerini verirdi gazeteler. Ne güzeldi o günler. Fanteziye boyut atlatmışlardı. Mesela Max’in boy posterini verseler birçok duvarı süsleyeceğinden hiç şüphem olmaz. Konumuz sadece bu değil elbette. Kendisi bu hafta vizyona giren bir filmin başrolünde. Adını Stockholm Sendromu hastalığından alan film Max’in başrolde olması dolayısıyla izleyeni katiline aşık olan rehine kıvamına sokuyor. Berlin’in karanlık atmosferinde geçen hikaye, yabancı bir şehirde kadın olmanın ağırlığıyla birleşiyor. Kadınımız Teresa Palmer... Avustralyalı bir ziyaretçi rolünde. Claire ve Andi’nin karşılaştığı an, tanışmaları ve sevişmeleri şehrin tüm karanlığını silip atıyor. O büyülü zamanlardan, Andi’nin manyak bir katil olduğunun ortaya çıktığı ana geçerken, ışık hızıyla düşen bir asansörden farelerle dolu bir lağım çukuruna dalıyoruz. Çekici, akıllı, yakışıklı bir adam tarafından bir eve hapsedilmek ve onun sapık bir katil olduğunu öğrenmek mi, böyle bir adamla yaşanacak benzesiz aşkın yalandan ibaret olduğununun farkına varmak mı daha yaralayıcı bilemiyorum. Zaten işin özünde bir gerilim filmi bu. Avustralyalı yönetmen Cate Shortland’ın yani bir kadının elinden çıkan. Aşka, erkeğe ve aşkın bir tarafının mutlaka katil olduğuna ya da olacağına dair güçlü inançlarımı destekleyen yönetmene buradan selamlarımı iletiyor, filmi mutlaka görmenizi tavsiye ediyorum.

 BERLİN SENDROMU FRAGMANI - İZLE 

Sayfa Yükleniyor...