Kadınlar, bir ömür boyu!

Ruh, yaşayacağı ömrü seçer derler. Ailesini, ülkesini, cinsiyetini... Bazen birbirimizin yerine geçtiğimizi düşünürüz. O sohbetlerde şöyle sesler yükselir: Kız olsam herkesle kırıştırırdım, erkek olsam kimseyi sağ bırakmazdım! Aslında benim içimde bir erkek, erkeğin içinde de bir kadın var.

Kadınlar, bir ömür boyu!
Kadınlar, bir ömür boyu! - 1

Hepimiz, her şeyden birazız. Dolayısıyla birbirimizden hiçbir farkımız yok. Farkı yaratan, kurallar, normlar, silahlar, ülkeler ve bi şeyler. Milyonlarca yılda var olmuş sisteme kafa tutmaya gücümüzün yetmeyeceği aşikar. Tek çözüm değişime kendimizden başlamak. Bugün Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Benim payıma düşense değişen, dönüşen bazen de yerinde sayan kendi kadınlık hikayemi anlatmak.

Çocukluk (Halıların deniz, erkeklerin oturma odasının kapısı olduğu zamanlar)

Güzel bir çocuk olduğum söylenir. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Kıvırcık saçlı, beyaz tenli bir çocuk işte. Senaryo yazarlığı konusunda eğitim almadan diploma alabilecek durumda olan annem için çocukluk evde olmaktı. Böylesine güzel bir çocuğun başına sokakta her şey gelebilirdi. Neyse ki takvimler 90’ları gösteriyordu da dinleyebilecek kasetler, izleyebilecek çizgi filmler ve kirlenmemiş hayalgücü vardı. Kocaman bir evde yalnız olmak, deliliğin sınırında dolaşmak için ideal bir mekandı. Hayallerim beni bu halden kurtardı. Koltuktan halıya atlayıp bir hışımla yüzdüğüm anlarda beni Jaws’tan sevgilim kurtarıyor, koşarak ona sarılıyor, “kapı” gibi uzun boylu erkeğimin dudağına oldukça iddialı bir buse konduruyordum. Sonra Jaws’ı kendi haline bırakıp, yemek masasının altındaki evimizde tatlı rüyalara dalıyorduk. Duvarlarla çevrili oyun bahçeme, gerçek kötülüğün girmesi yasaktı. Dolayısıyla bu duyguyu korku filmlerinden öğrendim. Freddy Krueger’ın maceralarını ya bizimkiler uyuduğunda gizlice kalkıp izler ya da uyumuş gibi yapıp odadan gelen sesleri dinlemekle yetinirdim. Kardeşimin dünyaya geldiği gün, listede ikinci sıraya gerilemiş olmak kabus etkisi yaratsa da korku filmlerini izlemekten vazgeçmedim.

Ergenlik (Aşırılığın iyi bir şey sayıldığı zamanlar)

Acı... Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen, sonsuz bir acı...Çocukluğum, hayallerim nereye gitti? Neden dünyaya geldim? Bu ailenin çocuğu muyum gerçekten? İnsanlar neden bu kadar anlamsız? Hayat ne kadar saçma! Çoğu ergenin attığı çığlıkları ben de attım o zamanlar. Kadınlığa atılan ilk adım, çocukluğu kaybetmemek üzere atılan bir çığlıktı aslında. Yalanın, aldatılmanın, nefretin acıttığı zamanlardı. Çocukken yalan söylemek oyun gibiydi. Büyüdüğünde karşılığı ağır oluyordu. Ben içimdeki acıyı önce metalci sonra solcu sonra da punk olarak hafifletmeye çalıştım. Sokaklarda bağıra çağıra şarkı söylemek, kafayı kazıtmak ve azıtmak iyi bir şeydi bizim gibiler için. Kitaplara, filmlere, şarkılara bağımlıydım. Öpüştüğüm ilk erkek, şifreli kanalda yayınlandığı her an onlarca kez izlediğim “Leon” kadar heyecanlandırmadı beni. Erkeklerin dünyasında, erkek gibi davranarak var olmaya çalıştım. Erkeklerin en yakın arkadaşı oldum. En sevdiğim aşk, karşılıksız olandı. Ergenlik dönemini, bir Karadeniz şehrinde yaşayan her kadın, dalgalı denizlerde kulaç atmaya mahkumdu. Biz kadınlar da birbirimize sığındık. Mektuplar yazdık, dostluğumuzun hiç eskimeyeceğine dair. Avukat, tarihçi, yazar olacaktık. Küçük şehir denilen karanlığı terkedip, ışıklı maceralara koşacaktık. Koştuk da... Ayrı şehirlerde, ayrı hayatlarda.

Üniversite Dönemi (Özgürlüğün kendini unutmakla karıştırıldığı zamanlar)

İstanbul’a yakın bir şehirde üniversite okumak özgürlüğe alınan bir biletti. Kalp de dahil tüm kapakçıklar aşka açıldı. Birçok şeyin ilkini yaşamak 20’li yaşlara nasip oldu. İlk kez gerçekten aşık olmak, ilk kez terkedilmek, ilk kez ev arkadaşlığı yapmak ve çoğu kez yanılmak. Çok adamı sevmek, tek adamı sevmek içindi. Özgürlüğün içi boşalmıştı. Kadın olmak demek, erkekleri tanımak anlamına geliyordu. Oysa benim kendimi tanımaya yoğunlaşmam gerekiyordu. Eksiktim. Günün sonunda hissettiğim duygu, yalnızlıktı. Çok demek, az demekti. Tek istediğim hiç olmaktı. Partiler, konserler ve evde toplaşmalarda, yaş da ilerledikçe, cinsiyet kavramı kaybolmaya başladı. Bilgisayar ekranında “Trainspotting” oynuyordu. Dünya bir halüsinasyondan ibaretti. Başkaldırı dediğimiz şey, kedilerle dolu müstakil bir evde sabahı karşılamaktı. Cinsiyetsiz, sorumsuz, kararsız ve mutsuz hayatlarımızda tek dayanağımız yalanlarımızdı.

Çalışma Hayatı ve Bugün (Kabullenmenin ve bir olmanın gerekli olduğu zamanlar)

“Okul dönemini çok özleyeceksin”. Büyük ablalar ve abilerin sinir olduğum bu sloganını, üniversiteli bir arkadaşıma söylediğimde kendimden iğrendim. Bir an önce kurtulmak istediğim eski beni özlemek de nerden çıkmıştı? Bir türlü gerçekten sevilmediğim, paramın yetmediği, ayaklarım üzerinde duramadığım için şikayet ettiğim günlere dönme isteği, bir açlık gibi mideme vuruyordu. İş hayatı denilen şey hayatımın tamamına hükmetmek istiyordu. Bu cani, cılız, zehirli yaratığa boyun eğemezdim. “Önünü aç, önün açılsın” diyen patronların eşleriyle tanışmak ve hemen ardından en uzak coğrafyaya taşınmak istiyordum. Ama kaldım, gitmedim. İstanbul’un cazip karanlığına teslim oldum. Önümü, önümü açmadan açabileceğimi kanıtlamak için çalıştım. Eski beni özlerken yeni bene alışmaya başladım. Denge, dünyanın üzerine kurulduğu incecik bir ipti. Düştüm, düştüm, düştüm... Klişeler iyi ki vardı: Dibe vurduğumda tek çare yukarı çıkmaktı. Uyandım. Etrafıma dikkatle baktım. Kadın olmaya çalışmak hala çok zordu. Kabullendim. Önce kendimi, annemi, sonra dünyanın erkekten, erkeğin üzerinde yürümeye çalıştığı o incecik ipin, kadından yaratıldığını. “Araf”ı izledim, “Tereddüt”ü. Yeşim Ustaoğlu’nu daha da sevdim. Benim kadınımı anladığı için. Yaşamak, evrenin en güzel savaşıydı. Kadınca savaşmak ondan da güzeldi. Hepimizin hayatında atlatılması ve anlatılması zor gibi gözüken deneyimler oldu, biliyorum. Yine de vazgeçmedik bildiğimiz yolda yürümekten ve o yolu yeşile boyamaktan. Bizi seviyorum! Emeklemeye başladığı günden beri var olmak için emek sarfeden kadınlarımızın günü kutlu olsun.

Sayfa Yükleniyor...