Bir şeyler eksik ama?!

Galatasaray ve Fenerbahçe, bu sezon tam anlamıyla bir ‘çöküş’ içinde. Öylesine dağılmış haldeler ki; herhangi bir ‘sabit’leri olmadığı rahatça fark edilebiliyor.. Aynı şekilde, bir ‘sabit’e ihtiyaç duydukları da.

Onur ERDEM

1 yıldan fazla bir zaman oluyor izleyeli.. Lost’un 4. sezon 5. bölümü ‘The Constant’tan bahsediyorum.. Hayatta kalabilmek için bir ‘sabit’e ihtiyacın olduğunu anlatıyordu gördüklerim.. Desmond’ın Penelope’a, Faraday’in Desmond’a ihtiyaçları basit bir ilişkiden öte, bir anlamda hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi şekillendiriyordu.. Geçmiş hayatından bugüne; sana kendini hatırlatacak, eskiyi anımsatacak bir parça taşıman gerektiğini, aksi takdirde zihninin tutunabilecek bir dal bulamayıp, kendi kendini yok edeceğini söylüyordu..

Bugün dönüp baktığımda; gördüklerimi, -kurgu bile olsa- hayatın birçok dalına uyarlanabilecek bir gerçek olarak kabul ediyorum. Organize bir iş ise yaptığınız; birçok parçayı bir araya getirmek ve koordineli bir biçimde işletmekle mükellefseniz, bir ‘sabit’e ihtiyaç duymanız da kaçınılmaz hale geliyor.. Tıpkı, kulüplerinde olduğu gibi..

Galatasaray ve Fenerbahçe, bu sezon tam anlamıyla bir ‘çöküş’ içinde. Öylesine dağılmış haldeler ki; herhangi bir ‘sabit’leri olmadığı rahatça fark edilebiliyor.. Aynı şekilde, bir ‘sabit’e ihtiyaç duydukları da..

Aslında her şey sahada olup bitene dayanmakta. Medya göstermek, taraftar izlemek, yönetim kurulları da adı üstünde organizasyonu yönetmekle mükellef. Düzen ise; sistemi ve taktiği kurgulayan teknik kadro ve sahaya çıkan sporcuların üstünden dönüyor.. Bu şartlar altında da, eğer bir ‘sabit’ olacaksa –ki olmalı-, saha içinden çıkması gerekiyor.

Ya teknik adamınızla uzun soluklu bir birlikteliği seçeceksiniz, ya da çekirdek bir kadro oluşturup, yıllar boyu uygun eklemelerle yolunuza devam edeceksiniz .. Yani özünde; oyuncuya göre sistem/sisteme göre oyuncu ikileminde bir taraf seçeceksiniz..

Fenerbahçe’yi ele alalım; Başkan Yıldırım, 10 yılı aşkın süredir görevinin başında, teknik adam bazında ise böyle bir istikrardan eser yok. Oyuncu kadrosuna baktığımızda; düzenli forma giyen isimlerden en eskisi takımdaki 10. yılına giren Semih Şentürk. Semih’i, 2002’de kulübe ayak basan Volkan Demirel, 2003’te kadroya dahil olan Selçuk Şahin ve 2004’ten bu yana sarı-lacivertli forma altında mücadele eden Deniz Barış ve Alex de Souza takip ediyor. As kadroda 5. yılını doldurmuş başka bir isme rastlayamıyoruz. Hatta saydığımız isimler içinde de Alex dışında 5 sezondur ilk 11 istikrarını yakalamış bir futbolcu bulunmuyor. Dolayısıyla, oyuncu bazında da ‘sabit’ bir çekirdekten söz etmek mümkün değil.

Galatasaray’a dönelim; Fatih Terim’in UEFA Kupası şampiyonluğunun ardından takımdan ayrılmasını takip eden 9 yıllık süreçte, 3 sezon üst üste görev yapmış bir teknik adam göremiyoruz. Cevat Güler’i de sayarsak, sarı-kırmızılılar 9 yılda 8 teknik adama emanet edilmiş. Oyunculara baktığımızda; 5 senedir düzenli forma giyen bir futbolcu örneği vermekte zorlanıyoruz. Takımın en eskisi ve UEFA Kupası başarısını kazanan takımdan geriye kalan tek ismi Hasan Şaş. Hasan’ı, 2001’de kadroya katılan Ayhan Akman ve Ümit Karan takip ediyor. Bu 3 oyuncunun dışında 2003’te A takıma yükselen Sabri Sarıoğlu ve 2000-2003 arasında 3 yıl sarı-kırmızılı formayı giymiş, ardından 2006’da tekrardan takıma katılıp arada kiralık olarak gönderilip geri dönmüş Emre Aşık dışında, 5 yılı aşkın –A takım düzeyinde- Galatasaray tecrübesine sahip bir isme rastlayamıyoruz. Fenerbahçe’deki duruma benzer olarak; burada da saydıklarımız içinde Ayhan Akman dışında ilk 11’deki yeri garanti olan bir futbolcu yok. Galatasaray’ın, Kadıköy’ü mesken tutmuş rakibine göre tek bir avantajından söz edilebilir belki. O da altyapıdan yetişmiş oyuncularının fazlalığı. Takım kimyası açısından; aynı kültürden gelen 7-8 oyuncuya sahip sarı-kırmızılılar, ezeli rakibine göre avantajlı durumda.. Ancak bu, Galatasaray’ın da bir ‘sabit’i olmadığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.

Verilerin anlamlı olması için, başarıya ulaşmış bazı modellerle sağlamasını yapalım;

’93 yılında şampiyonluğa ulaşan Werder Bremen, 11 yıl sonra yeniden aynı sevinci yaşadığında, takımın başındaki teknik adam Thomas Schaaf görevdeki 5. yılını dolduruyordu. Aynı Schaaf, kalan 5 yılda şampiyonluğa ulaşamamış olmasına rağmen halen takımının başında.

92-93 sezonuyla açılışı yapılan Premier Lig’in ilk şampiyonu, Alex Ferguson yönetimindeki Manchester United olmuştu. İskoç teknik adam, ilk zaferine ulaştığında takımdaki 7. yılını dolduruyordu. Halen görevinin başında bulunan Ferguson, takip eden 16 yılda elde ettiği 9 Premier Lig, 2 de Şampiyonlar Ligi zaferiyle yaşayan bir efsaneye dönüşmüş durumda.

Güncel bir örnek de Hollanda’dan verelim; Eredivisie’de şampiyonluğa AZ Alkmaar ulaştı. Son kupasını 28 yıl önce kaldıran AZ’yi, 2005 yılında göreve getirilen Louis Van Gaal çalıştırıyor.

Yurt içine döndüğümüzde de ilginç bir istatistikle karşılaşıyoruz. 50 yıllık lig tarihinde, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ta sadece 8 teknik adam en az 3 yıl süreyle görev yapabilmiş ve hepsi de en az bir kez şampiyonluk sevinci yaşamış. Yani; sabredilen her isim, şampiyonluk beklentisini karşılamayı başarmış. Beşiktaş’ta 3 yıl ve fazlası görev yapan isimler; Gordon Milne (1987-1993) ve Christoph Daum (1993-1996). Fenerbahçe’de de sadece iki teknik adam görüyoruz; Didi (1972-1975) ve yine Christoph Daum (2003-2006). Galatasaray’da bu rakam 4’e çıkıyor; Gündüz Kılıç (bir bölümü Coşkun Özarı’yla olmakla birlikte 1961-1967), Brian Birch (1971-1974), Jupp Derwall (1984-1987) ve Fatih Terim (1996-2000)..

Ligde bu üçlü dışında şampiyonluğa ulaşan tek takım Trabzonspor ve onlarda da tablo değişmiyor; 1972 yılında göreve gelen Ahmet Suat Özyazıcı, 1976’da kazandırdığı şampiyonlukla bir ilke imza atıyor.

‘Sisteme göre oyuncu’ tercihinin; yani, ‘sabit’i teknik adam olarak belirlemenin getirdiği pozitif sonuçlar böyle..

‘Oyuncuya göre sistem’ tercihine dönecek olursak; 2000 yılında performansı zirve yapan Galatasaray takımının yerli oyuncuları, aynı zamanda milli takımın da iskeletini oluşturuyordu. Hangi sistemde verimli oldukları da kulüp bazında yakaladıkları başarı nedeniyle apaçık ortadaydı. Milli takıma gittiklerinde, başlarında Fatih Terim yerine ilk olarak Mustafa Denizli’yi buldular. Denizli, ‘oyuncuya göre sistem’iyle Euro 2000’de çeyrek finali gördü. Aynı şekilde Şenol Güneş de 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülüğe ulaştı. Kulüp bazında da durum değişmedi. Terim’in yerine gelen Mircea Lucescu, ilk sezonunda Terim’in sistemine ufak rötuşlar dışında sadık kalınca, Şampiyonlar Ligi’nde ilk kez, bir Türk takımı çeyrek finale yükseldi.

Bütün bu örnekler, saha içinde bir ‘sabit’e ihtiyaç duyduğunuzu gösteriyor. Oyuncu sirkülasyonunun ve transfer savurganlığının zirve yaptığı Türkiye’de de, teknik adamları ‘sabit’ olarak belirlemek daha akla yatkın bir seçenek gibi duruyor.

Aslında iki takım da Zico ve Skibbe’yi göreve getirdiklerinde bu şansı yakalamışlardı. Ancak, ‘fikr-i sabit’ yöneticileri yüzünden treni kaçırdılar. Bir sonraki tren şehre ne zaman uğrar bilinmez ama aynı hataya düşmeyen Sivasspor’un, Bülent Uygun yönetimindeki 3. yılında adım adım şampiyonluğa yürüyüşü bile, başlı başına bir ders olarak, görmek isteyenlerin gözleri önünde duruyor..

Sayfa Yükleniyor...