İbrahim Bursalı: Modern Gladyatörler

Sabri Sarıoğlu son derbi maçının gladyatörüydü kesinlikle

Pazar günü oynanan derbi sonrası yaşanan olaylar Türk futbolunun içinde bulunduğu durumu gayet sarih bir şekilde ortaya döktü aslında. İki takımın içinde bulunduğu sportif bunalım derbideki futbolsuzluğa makul bir gerekçedir elbette ama yaşanan olayların izahını herhalde daha uzun dönemli değerlendirmelerde aramak gerekir.

Öncelikle şunu çok iyi anladık ki FB-GS rekabetinin dünyanın sayılı derbileri arasındaki yeri sadece anlamsız gerilimler ve şiddet olayları yaşanma ihtimalinin yüksek olduğu maçlar kategorisidir. Avrupa futbolundaki birçok derbi ya da sportif rekabet aslında Avrupa’nın siyasi ve toplumsal tarihinde olduğu gibi belli sınıfsal/siyasi çatışmalar temelinden hareketle tezahür etmiştir. Herkesin ilk anda aklına gelen derbilerden Rangers-Celtic rekabeti aslında hem bir mezhep çatışmasından (sırasıyla, Protestan-Katolik) hem de varoşlu-şehirli diyebileceğimiz bir diyalektik ilişkiden mülhemdir. Her ne kadar aynı şehir takımları olmasalar da Barselona-Real Madrid rekabeti ise daha temelde ve ciddi biçimde siyasi bir ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Burada tamamen zıt şekilde bir yanda Katalonya bölgesinin İspanya’dan ayrılmasını savunan bir ayrılıkçı hareket ile diğer tarafta İspanya krallığının sportif alanda tecessüm etmiş hali söz konusudur.

Kelime anlamı olarak derbi kavramını tamamıyla karşılayan (aynı şehrin iki takımı oldukları için) bir FB-GS rekabeti ise sportif başarılarda çekişmenin dışında hiçbir toplumsal, siyasi ya da ekonomik arka plana sahip değildir. Taraftarlar ve yöneticiler aynı gelir gruplarından, aşağı yukarı benzer dini ve siyasi bakış açılarına sahip ya da hiçbir şekilde farklılıklarının takımlarına yansıması sonucu bir rekabet yoktur. Hoş olsun istemeyiz. Gerçi mümkün değil ama durup dururken sadece sportif alanda rekabet eden iki takımın toplumdaki kamplaşmaların tezahürüyle rekabete soyunmasını ya da toplumda kamplaşma olmasını istemeyiz tabi.

Ne var ki Avrupa’daki derbilerle bizim “anlı şanlı” derbimizi kıyasladığımızda çok ilginç bir manzara çıkıyor ortaya. Şöyle ki:

Sportif alanın dışında ciddi toplumsal ve siyasi çatışmaların tezahürlerine sahip Avrupa derbilerine taraf olan kulüplerin – birkaç istisna dışında – bu çatışmaları spor sahalarına veya dışına yansıtmak isteyen ya da yansıtan, rakibine bu nedenlerden şiddet uygulaya(n)cak futbolcuları yok. Her nasılsa bizim ülkemizde sadece sportif başarıda rekabet eden, hiçbir siyasi, etnik, dini farklılıklarla ayrışmamış iki kulübün profesyonel – yine bu kelimeyi de sadece terimsel anlamıyla karşılayabilen – futbolcuları bir şekilde birbirlerine karşı şiddet uygulayabiliyorlar. Neden? Mantıklı sayılabilecek tek açıklama maç öncesinde ve sırasında bir şekilde gerilen sinirler ve öfkeye hakim olamama. Bu kadar basit aslında. Ama gerçekte böyle mi?

Böyle bir durum elbette aynı gerilimlere maruz kalmış taraftarlar arasında görülebilir, mahalle arasındaki maçlarda, halısaha maçlarında maç içindeki sıradan olaylara bile “o doluluk” anında duygusal ve şiddetli tepkiler verebilen tez canlı arkadaşlar arasında hatta birbirlerini “kardeş” olarak gören insanlar arasında olabilir. Bunlardan sadece bu insanlar etkilenir ve bir süre sonra unutulur. Hatta toplumdan olayın şahitleri dışında kimse haberdar olmaz, ki olsa da zaten umursamaz.

Peki mesleği futbolculuk olan, bu işi her anlamda profesyonel olarak yaptıkları iddia edilen, Fenerbahçe ve Galatasaray gibi “dünya kulüpleri”nde oynayan oyuncular klasik tabirle “topluma malolmuş” bu insanlar nasıl böyle bir olayın failleri olabilirler. Doğrusu bunu anlamak büyük gayret ve beceri gerektirir.

İşin aslı toplumsal konularda olduğu gibi futbolda da temel sorun aşkınlık sorunu olarak görünmektedir. Oynanan futbollar, yapılan maddi yatırımlar, tesisler, stada gelen taraftar sayısı ve hem taraftarların hem yöneticilerin futbola bakış açıları… daha birçok açıdan Avrupa seviyesine ulaşmak için epey bir yol katetmek gerekliğimiz gün gibi bellidir. Bunu yapabilmek için de bu bağlamda bir aşkınlığı haiz olmamız gerekir.

Aşkınlık meselesini sadece derbide yaşanan olaylar bağlamında ele alacak olursak ortaya çıkan manzara gerçekten tüyler ürpertici olacaktır. Ama iyi yanından başlayalım. Belki biraz tuhaf gelebilir ama çirkin olaylarda bir güzellik hep ıskalandı. Olaylar yaşanırken sahanın ortasında birbirinin elini omzuna atmış muhtemelen tatile nereye gideceklerini konuşan iki “yıldız” vardı: Lincoln ve Roberto Carlos. İhtimal bunu duygusal Türk toplumunun büyük bir kesimi gamsızlık olarak yorumlayacaktır. Ancak bu aslında bir aşkınlık meselesidir. Geri kalan hemen tüm futbolcuların – olayları engellemek maksadıyla karışanlar olsa dahi – saha içinde birbirine girdiği bir durumda yapılabilecek en iyi ve en akıllıca şey bir kenara çekilmektir. Zira o saatten sonra yapılan her hareket yanlış algılanabilir ya da “yangına körükle gitmek” durumu vuku bulabilir(di).

Bir de gözümüzü Avrupa’ya çeviriyoruz ve “adamlar oynuyor be kardeşim” hayıflanmaları arasında bizim alışık olmadığımız başka olay(sızlık)lara da şahit oluyoruz. Misal: Liverpool ilk maçta evinde 3-1 kaybettiği Chelsea ile Londra’da karşılaşıyor ve 2-0 öne geçmesine rağmen 3-2 geriye düşüyor. Kendi evinde gayet rahat geçebileceği turda 2-0 – dikkat gollerden biri penaltıdan! – geriye düşen Chelsea oyuncuları ilk yarı boyunca ne hakeme ne de rakip oyunculara sataşıyor, tartışıyor, itiraz ediyor. İkinci yarı durum tersine dönüyor ve Chelsea 3-2 öne geçiyor ve Liverpool futbolcuları ne bu dakikaya kadar ne de bundan sonra hakemle oynamıyor, itiraz etmiyor, rakip oyuncuya sataşmıyor ve 4-4 biten maç sonucu “boyunları bükük” ama “alınları açık” sahayı kavgasız gürültüsüz terk ediyorlar. Böyle bir maç her ne kadar teorik olarak derbi olmasa da - iki taraf İngiltere’de “ezeli rakipler” - Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale kalma mücadelesi. Evet bu kesinlikle bir aşkınlık meselesi. Zira onların futbolcuları insan değil mi ki tahrik olmasınlar, strese girmesinler, öfkeye kapılmasınlar.

Bir de bizim futbolculara bakıyoruz. Sanki Mecidiye ve Kadı köylerinden başka dünyaları ve bundan öte ufukları yok. Maçları ölüm-kalım meselesi ve futbolcular da modern gladyatörler. Bunların arasında Pazar günü öyle bir örnek sivrildi ki FB-GS derbisi sanki 100 yıldır ilk defa böyle bir gladyatörle karşılaşıyordu: Sabri Sarıoğlu.

Sabri, Türkiye’de birçok “yıldız adayına” tanınmayan bir şansa sahip olmuş ve “gerçekten” genç yaşında defalarca Galatasaray forması giymişti. Yıllardır oynadığı forma altında futbol olarak hiçbir gelişme gösterememiş ve bunun sonucu oynadığı futbolla “taraftarın sevgilisi” olamamış bu futbolcu ezeli rekabette ortaya koyduğu vahşi tavırlarla adeta gerçek bir gladyatörü canlandırmaya uğraş vermiştir. Kendi takımından ezeli rakibine giden bir futbolcuyu holigan bir anlayışla kendince cezalandırmak istemiş ve bu yolla “taraftarın sevgilisi” olmak istemiştir herhalde. Onun maç boyunca yaptıklarının tek açıklaması bu olabilir belki.

Fakat Sabri ve yaptıklarının – ve tabii ki diğer sorumlu futbolcuların – aşkınlık yönünden tekrar düşünülmesi, ele alınması farklı bir boyut sağlayabilir. Olaylara karışan altı futbolcudan biri Lugano, ki onun derbiye özel bir tarifesi söz konusu değildi yani her zamanki Luganoydu, beşi milli futbolcular. Bu sonuç ilk olarak milli takım üzerinden ülke futbol ve futbolcularının mental olarak bulundukları yeri göstermesi sebebiyle ilginçtir. Aynı zamanda altı futbolcudan beşi Avrupa’da futbol oynamamış olanlar. Avrupa’da oynayan, hem de senelerce oynayan, Emre ise her ne kadar başka maçlarda kendine yakışmayan birçok harekette bulunmuş olsa da derbide yaşadığı onca tahrike rağmen birçoklarının kırmızı kart beklentisini boşa çıkarmış ve bu kadar yüksek tansiyonlu bir maçta bir aşkınlık belirtisi göstermiştir. Burada Avrupa’da oynamak ile kastedilen Avrupa’da oynayan ya da oynamış olan futbolcuların her yönüyle çok iyi, oynamamış olanların kötü oldukları değildir. Bu, futbolun beşiği İngiltere ve ondan sonra Kıta Avrupa’sında, doğal olarak bahsedilen aşkınlık meselesinde bizim bir hayli önümüzde oldukları gibi bir gerçeğe yapılan vurgudur.

Avrupa’da oynayan futbolcularımıza baktığımızda: - onların oralarda oynamalarındaki temel sebep tabi ki futbol kaliteleridir – Tuncay, Nihat, Tugay, Fatih Tekke – ki aşkınlığı futbolunun son yıllarında Rusya’da da olsa Avrupa’da edinmiştir –, İbrahim Kaş, Caner Erkin, Çağdaş, futbolu yeni bırakmak zorunda kalan Ümit Özat, gurbetçi de olsalar, Altıntop kardeşler, Yıldıray… Bu isimlerden birçoğu ya bu aşkınlığa ya da o potansiyele sahiptirler, olmasalar bile orada öğrenmişlerdir/öğreneceklerdir. En iyi şekilde orada tutunup başarı yakalayabilenlerse kesinlikle adı geçen aşkınlığa sahip “lejyonerlerimizdir”.

Fakat ne garip ve ironiktir ki en iyi gladyatörler burada. Sabri son maçın en iyi gladyatörüydü mesela. Ve ne yazık ki Hakan Ünsal’ın da dediği gibi daha önce yaptığı hatalardan hiçbir ders çıkaramayan ve kendisine verilen kredilerin hepsini bir bir tüketen bu “genç yetenek” belki de yolun sonuna geldi. Eğer Galatasaray yönetimi kredisinin bittiğini düşünür de biletini keserse o maçtan aklımızda kalan holiganvari hareketleri ile Sabri ihtimal başka takımların formalarını giymek istemez ve Ali Sami Yen’de ya da Seyrantepe’de eski takımını seyre dalar. İşte o zaman sahada yapamadığı bütün holiganlıkları yapar herhalde! Ya da daha iyimser olmak adına başka bir takımda “yeniden doğar” ve futbolunu oynamaya devam eder.

Yaptıklarından ise oynadığı futboldan zevk alır hale geldiğinde ve futbolun hakkıyla ifa edilmesi gereken bir meslek olduğunu, hayatta çoğu zaman daha önemli şeyler olduğunu, en önemlisi futbolun sadece spor olduğunu ve tarafların hayatlarında birbirleriyle “kardeş” olduklarını/hissettiklerini, futbolun ya da takımların formalarının bu kardeşliğe engel olmadığını, bilakis bunu perçinleyecek fırsatlar barındırdığını anladığı zaman                             pişmanlık duymaya başlayacaktır. Umalım ki hem Sabri ve diğer futbolcular hem Türk futbolu ve insanı için bunları anlamamız çok sürmez ve anladığımızda çok geç olmaz.

Sayfa Yükleniyor...