Kaan Tunçbilek: Kadınlar…

Üstelik duygusal yapılarından dolayı daha heyecanlı, estetik anlayışlarından dolayı daha yaratıcı, paylaşımcılıklarından dolayı daha kollektif mücadeleler izlettiriyorlar.

Kaan Tunçbilek: Kadınlar… - 1

Öncelikle günah çıkartayım. Bu yazıyı önce Olimpiyat oyunları esnasında, daha sonra da olaylı Fenerbahçe - Galatasaray bayanlar basketbol karşılaşması sonrasında yazmış, ancak zaman bulamadığım için tamamlayamamıştım. 8 Mart haftasına denk getirmem ise affettirici bir neden olmamalı. Konunun evrensel ve zamandan bağımsız olması beni bir nebze kurtarır umarım…

Bu hafta ülkemize gelen Hillary Clinton, demokrasinin geliştiği ülkelerde kadın hak ve özgürlüklerinin de daha fazla olduğunu ve erkeklerle eşit koşullara sahip olduklarını söyledi. Birinci mi ikinciyi sağlıyor, yoksa ikinci mi birinciyi bilmiyorum, ama demokrasi ile kadınların özgürlükleri arasında bir paralellik olduğu yadsınamaz. Zira bugün insan hakları ve özgürlüklerde, sanatta ve bilimde gıpta ile baktığımız birçok ülkenin tarihinin en kritik dönemlerine kadınların eli değmiştir.

Örneğin İngiltere’nin, Fransızların ve İspanyolların oyuncağı olmaktan kurtulması ve komediye dönüşen krallık savaşlarını bitirerek dünya devleti haline gelmesi I. Elizabeth dönemine (1558-1603) rastlar. Saltanatı sırasında birçok yasağa, işkenceye, cadı avlarına son veren, sanatın önünü azar azar açarak büyük şairler-oyun yazarlarının (Shakespeare, Marlowe vb) içindeki ilhamı yaymasını sağlayan I. Elizabeth’in eli İngiltere’yi çok değiştirmiştir. Benzer bir atılımı Rusya’da II. Katerina başarır. Rusya onun zamanında Doğu Avrupa’nın tek hakimi olurken, büyük yazarlar onun edebiyat sevgisinden cesaret alır. Ekonomi, şehirleşme ve eğitim alanında yaptığı devrimler bugünkü Rusya’nın altyapısını oluşturur.

Kadınlar konusunda daha muhafazakar olan ABD’ye gelirsek; iki önemli kadın, olağanüstü cesaretleriyle, ABD’yi ırkçılık ve insan hakları konusunda çalkalarlar. Birincisi, Tom Amca’nın kulübesini yazarak, kölelik konusunu, iç savaşa sebebiyet verecek derecede tetikleyen Harriet Beecher Stowe’dur. Diğeri ise, otobüste bir beyaza yerini vermeyi reddederek Afro-Amerikalıların ikinci sınıf insan kimliğini reddeden ve ülke çapında büyük bir harekete öncülük eden Rosa Parks’tır. Bugün, başta başkan Obama olmak üzere, milyonlarca siyahi ABD’li özgür ve eşit koşullarda yaşamalarını bu iki kadına borçlu.

Kısacası kadınların toplum içinde daha etkin olması ve ülke yönetiminde söz sahibi olması ile o ülkenin sanatsal ve kültürel çeşitliliği, insan hakları, barışa eğilimi gibi konular arasında büyük bir paralellik olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir toplumda ortaya çıkan başka bir sonuç ise, kadınların –özellikle kendi beden ve ruhlarına yatırım yapma bilinciyle- spora ilgi duyması.

Sporcu olarak…
Nitekim kadınların sosyalleştiği ülkelerin Olimpiyat oyunları gibi organizasyonlarda çok fazla sayıda kadınla temsil edildiğini fark etmek zor değil. Benzer şekilde, bu ülkelerin kadınları takım sporlarına mutlaka katılıyorlar. Artık -ABD başta olmak üzere- dünyanın birçok ülkesinde kadınların uğraşı haline gelen futboldan tutun basketbola, voleybola, hentbola kadar birçok spor dalında bayanlar arasında harika bir rekabet var. Üstelik duygusal yapılarından dolayı daha heyecanlı, estetik anlayışlarından dolayı daha yaratıcı, paylaşımcılıklarından dolayı daha kollektif mücadeleler izlettiriyorlar. Sahadaki tüm duyguların gerçek olduğunu görebiliyorsunuz. Belki de “kadınlar hisseder” düsturundandır, kimse kimseyi aldatmaya çalışmıyor. Ne hakeme “çaktırmadan” faul yapan (ve gözlerini Lugano kadar açıp itiraz eden) ne de kendini yere atıp hakemi gözetleyen bir kadına rastlıyorsunuz.

Bizim gibi erkek egemen toplumlar ise uluslararası alanda az sayıda kadınla boy gösteriyorlar. İşin ilginci bu az sayıdaki kadın sporcumuz erkeklerden daha başarılı oluyorlar. Ancak onların çoğu da, toplum baskısından ve medyanın acımasızlığından biraz daha az nasiplenen devşirme sporcularımız oluyor.

Son zamanlarda beni en çok üzen konulardan biri Galatasaray – Fenerbahçe Bayanlar Basketbol karşılaşmalarına gelen azgın seyircilerin çıkardıkları olaylardı. Maçlarına seyirci gelmesini çok istediklerine emin olduğum sahadaki kadın sporcuların hiçbirinin hayalindeki seyirci, kendilerine sürekli küfür eden, kafalarına madeni paralar sallayan seyirci değildir sanırım. Özellikle geçenlerde ABD’li oyuncu Williams’ın maçı izlemeye gelen kızını alıp soyunma odasına kaçırması sanırım trübündeki binlerce erkek (!) için gurur verici (!) bir olaydı.

Animus…
Öte yandan, kadın sporcuların görünümlerindeki kadınsı değişiklikler de çok anlamlı. Çoğu daha fazla başarı uğruna kadınlığından taviz vermeye niyetli değil. 80’li yıllarda doğu bloku ülkelerinin iri kıyım, steroidle beslenmiş, erkeksi rekortmenleri ile günümüzün mankenleri veya aktrisleri gölgede bırakan sporcuları arasında büyük farklılıklar var. 80’li yıllarda tek bir Mary Decker bütün atletizm medyasını peşinde koştururken, bugün hemen her spor dalında onlarca bayan sporcu medyayı peşinde koşturuyor.

Aslında spor dünyasındaki kadınların en büyük avantajları, iş hayatı ve sosyal yaşamın aksine, onlara kendi doğrularını dikte ettirmeye çalışan erkeklerin olmaması. Zaten yukarıda da örnek verdiğim kadınların ortak özelliği, erkeklerin kurallarıyla oynanan bir dünyada, o kuralları reddetmeleri olmuş. Askeri güç ve siyasetle kafayı bozmuş erkeklerin telkinlerine aldanan hemcinsleri ise her zaman hüsran yaşamış, sıradanlaşmış veya kötü anılmış.

Clarissa P. Estes’in destansı eseri Kurtlarla Koşan Kadınlar’daki tarifiyle animuslarını (eril ruhsal kuvvetlerini) olumlu kullanıp kullanmadıkları kadınların tarihteki rolleri üzerinde belirleyici olmuş: “Çünkü animus bir kadının, kendine özgü ve kadınsı düşünce ve duygularını belli bir kültürdeki erkeksi gelişim için kültürün dayattığı standartlara göre modellenen bir yapı içinde değil, hissi, cinsel, mali, yaratsal ve başka şekillerdeki somut yollarla ortaya koymasına yardım eder.” diyor Estes…

yazarı olarak…
Buna karşılık, şahsen ülkemizde bayan yazarların spora bulaşmasından çok memnunum. Örneğin Banu Yelkovan’ın farklı bakış açısı, benim sık sık kendimi sorgulamama yol açıyor. Ayrıca bu sitede yazmaya başlayan Gizem Altınkaya’nın, üstelik de hentbol gibi ihmal edilen bir sporu canlandırması beni en çok heyecanlandıran olaylardan biri. Nilay Yılmaz ve Feryal Pere, spora ve özellikle de futbola bazen daha muzip, bazen de daha insancıl bakış açıları getirebiliyorlar.

Seyirci olarak…
Bir klişeden yola çıkalım: “Kadınlar ofsayttan anlamaz.” Hatta yaratıcılıktan uzak reklamcılar bile bıkıp usanmadan malzeme olarak kullanırlar bunu. Oysa sadece erkeklerin “zorla” futbolu sevdirmeye çalıştığı eşlerinden, sevgililerinden duyarız bu anlamazlığı.

Buna karşılık çevremde takım tutan bayanların çoğu, erkeklerden farklı olarak gerçek (başarıya endeksli olmayan) bir aidiyet duygusu hissediyor takımlarına karşı. Takımı başarısız olduğunda sövmek yerine, üzülmeyi seçiyorlar. Spor camiasındaki insanların ahlaksız veya kişiliksiz tavırlarını mazur görmeye çalışmıyorlar. Kendi takımlarından olsun, rakip takımdan olsun tüm futbolcuların sakatlıklarına, şanssızlıklarına ve başarısızlıklarına karşı çok daha vicdanlı bir bakış açısına sahipler. Sırf bu özellikleri bile bana ve çevremdekilere çok şey öğretiyor.

Tüm bu özelliklerine rağmen kadınların futbola ilgisine kızan, onları maçta görmek istemeyen, onların yorumlarıyla küçümsercesine dalga geçen erkek tipi bir hayli fazla. Ne dersiniz, belki de kadınların futbolu daha iyi anlayacağından korkuyorlardır!

Oysa, spor mutlu insanlar yaratır. Yani spora bir şekilde dahil olan kadınlar, daha mutlu kadınlar olarak hayatımızda yerini alır. Daha mutlu kadınlar ise daha olumlu ve daha sağlıklı bir toplum demektir…

Sayfa Yükleniyor...