Şike soruşturması ve duygusal cepheler

İçinden geçtiğimiz karman çorman hukuki sürece eşlik eden tartışmalar bir Cimbom-Fener itiş kakışına dönüşürse, buna herhalde en çok süreci yönlendirenler sevinir.

Şike soruşturması diye bilinen süreç 3 Temmuz’da kamuoyuna mâl oldu ve o günden beri ortalığı kaplamış bulunan toz duman azalmış değil. Neler olup bittiğini takip etmek de, anlamlandırmak da hayli güç. dünyasının içinde yer alanlar ve yaşanan sürece ilgi duyan gazeteciler bile kimi zaman karanlıkta, kimi zamansa loş ışıkta el yordamıyla olan biteni anlamaya çalışırken, haliyle sıradan futbolseverler ve taraftarlar için iş gitgide anlaşılmaz hale geldi. Ve tabii Türkiye’de futbolseverden çok taraftar olduğu için anlamsız cepheleşmeler ve sorunun özünden sapmalar da yaygın biçimde görülüyor.

Ana-akım medyada yer alan az sayıdaki aklıselim spor yazarından biri sürecin başında, futbol taraftarlığının doğası nedeniyle “duygusal cepheler”in kurulacağını söylemiş ve mealen “kim haklı kim haksız?” yahut “neler oldu, neler oluyor?” gibi soruların cevaplarının kolaylıkla boğuntuya getirilebileceğini belirtmişti. Şike soruşturmasına kâh duygusal kâh haklı çekincelerle şüpheci yaklaşan, büyük bir kısmı da infial hâlinde olan Fenerbahçe taraftarlarının, “operasyonun 4. dalgası” ile işin içine Galatasaray’ın da dâhil edilmesiyle gönlünün soğutulmaya çalışıldığına dair şüphem var.

Bunun sebebi “Türkiye futbolunun diğer kulüpleri yasadışı veya gayrımeşru işler yapabilir ama Galatasaray yapmaz” gibi dinsel bir inanca sahip olmam mı? Elbette değil.

Hayatı anlamlandırmak için ‘idea’lardan (kerameti kendinden menkul Fenerbahçelilik, Galatasaraylılık, Bingölsporluluk vs. gibi tanımlarından yahut Beşiktaş’ın ruhu, Artvinspor’un özü gibi soyutluklardan) yola çıkmıyorsanız… Bunun yerine ‘madde’den yola çıkıyorsanız (iktisadi ilişkiler, güç ilişkileri, siyasi bağlantılar vs.), Türkiye sporunun güçlü, başarılı ve nüfuzlu kulüplerinin atıyorum son 20 yılda “temizlik” bağlamında aralarında uçurumlar olduğunu düşünmezsiniz. Bazı farklar tabii ki olabilir, ama en nihayetinde Akdeniz ikliminde kahve bitkisi asla yetişmez.

Türkiye’de maalesef en ciddi -ve futbolun aksine tüm yurttaşları ilgilendiren- siyasi konularda bile ciddiyetsiz saflaşmalar, kutuplaşmalar kolaylıkla yaşanıyor. Şimdi burada lütfen kimse “ama olur mu, x milyon taraftarı olan z kulübü de çok fazla insanı ilgilendiriyor” demeyin. Evet Türkiye’de on milyonlarca insan 3 adet kulübün kendileri için çok önemli ve anlamlı olduğuna, hayatlarında çok mühim bir yer işgal ettiğine inanırlar ama bu inanç, dozu arttığı nispette, artan bir yabancılaşmaya da delalet eder. Yani aslında hüzünlü bir durum söz konusudur.

Siz tuttuğunuz takımın hapisteki başkanı için yollara dökülebilir hatta kendinizi paralayabilirsiniz, yahut falanca başkan/yönetici filanca kulübe laf soktu diye hiç üstünüze vazife olmadığı hâlde içiniz soğuyabilir. Ama aslında sizinle alakası ve size somut hayrı olmayan bir dünyayla kendinizi özdeşleştirmektesinizdir.

O dünyanın hayrını veya gadrini görecek insanların sayısı son derece sınırlıdır: Parababaları, bazı siyasetçiler, seçkin hukukçular, standart gazetecilik meşgalelerinin ötesinde uğraşları bulunan “gazeteciler”, futbola “yatırım” yapan kimi mafya unsurları, futbolcu transferlerinden komisyon alan menajerler vs…

ASIL AMAÇ NE?
Ama ne yapalım ki futbol yüz yılı aşan bir büyük uluslar-üstü tutku. Öyleyse yukarıdaki entellektüel gevezelikleri paranteze alalım. Ve şu anda gözleri bağlı adalet tanrıçası kimin başına ne geldiğini umursamadan ülke futbolunun birikmiş kirlerini mi temizliyor yoksa asli amaç ‘Yeni Türkiye’nin yeni futbol düzenini mi kurmak, bu ana soruyu/şüpheyi akılda tutarak bir alt-soruyu ortaya atalım:

Gözlerini başarı için her yolu mubah gören bir anlayışla bağlamış fanatik taraftarlar hariç, taraftarların çoğunluğunu teşkil ettiğini umduğumuz makul GS’li, FB’li, BJK’lılar vs. nasıl bir tutum benimsemeli?

“Sizin kulüp de amma şöyle böyleymiş” gibi laf çarpmalar ve bunlara karşılık “tencere dibin kara…” misali “aha polis sizi de arıyor, ne olmuştu hem x yıl önce y maçında, onun hesabını verin” demek mi en akılcı tutumdur? Üst katta şeffaf olmayan, karmaşık ve yer yer hukukun ihlal edildiği bir “hukuki” süreç yaşanırken alt katta milyonluk kitleler birbirlerine mi girmelidir? Bunu yaparlarsa, dikkatler salt rakibe yönelirse, bu işten kimler kazançlı çıkar?

ATI ALAN…
Hadi daha açık yazayım, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları ve daha da kötüsü camiaları arasında, içinde bolca “şikeli şampiyonluk” ve “Denizlispor’a teşvik primi” ifadeleri geçen yaygın bir polemik ortamının oluşması, dikkatlerin buraya kayması, soruşturma sürecini yönetenler üzerindeki şeffaf olma, adil olma baskısını azaltmaktan başka bir işe yaramaz. Duygusal cepheleşme ortamında insanlar atışırken “üst katta” atı alan Üsküdar’ı geçer.

Bugün Türkiye’de Ergenekon, Devrimci Karargâh, KCK gibi siyasi davalarda cisimleşen hukuki garabetler şike soruşturmasında da yaşanıyor. Üzerinde gizlilik kararı bulunan soruşturmalara dair, “kanıt” olduğu ileri sürülen pek çok şey medyaya servis ediliyor, medyada masumiyet karinesinin ayaklar altına alınması standart uygulama haline geliyor, insanlar hakkında itibarsızlaştırma kampanyaları yürütülüyor. Pek çok kişi neyle suçlandığını bilmeden, hâkim karşısına çıkmadan, yeri geldi mi ortada bir iddianame bile olmadan aylarca tutuklu kalıyor. Duruşmalar başlayınca aylar yıllara dönüyor, tutukluluk cezaya dönüşüyor.

Şike soruşturması başlayalı henüz 1 ay oldu. Bu sıkıntıların bir kısmı şimdiden yaşandı/yaşanıyor. Hukuki bir süreçte hukuk-dışı, daha da kötüsü hukuka aykırı yöntemlerle kamuoyu oluşturuluyor. Aklıma gelen en basit iki örnek; para sayma görüntüleri var denilen futbolcu Emenike’nin savcı tarafından serbest bırakılması, silahlı çete lideri olmakla suçlanıyor denilen Aziz Yıldırım’ın tutuklama tutanağında hiç böyle bir şeyden bahsedilmemesi. Ama bu tür şayialar kamuoyunu biçimlendiriyor işte. Anlaşılması ve takip edilmesi zaten zor olan bir süreçte sıradan insanların zihnine medya marifetiyle bir takım imgeler nakşediliyor.

SAĞLIKLI BİLGİ EDİNMEK İMKÂNSIZ
Şimdi bu karmaşa bulutuna Galatasaray kulübü de kısmen sokulmuş durumda. Bir takım aramalar yapılıyor, kulüpten bir takım belgeler isteniyor. Aramalar hangi şüpheye istinaden yapılıyor, söz konusu belgeler neyin hakkında, sağlıklı/anlamlı/ayrıntılı bilgi edinebilmek mümkün değil. “Ne olup bittiğini anlayacağım kardeşim” kararlılığıyla Google’ı 3 saat didikleseniz de mümkün değil. Bu noktada soruşturmacı gazeteciliğe büyük iş düşüyor ama bu niteliği haiz çok az meslektaşımız var ve Lube Ayar’dan başka olan bitene Amerikan filmlerinde gördüğümüz muhabirler gibi yaklaşan ikinci bir gazeteci yok.

Ortalıkta dolanan bilgiler gerçekten kirli, en azından şüpheli. Galatasaray Kulübü’nün son 3 aylık harcamalarında kaydı tutulmamış 1 milyon dolarlık bir tutarın olduğu söyleniyor ama bunun soruşturmayla ilgisi anlaşılmıyor. Neticede bu durum kulübün bir sonraki Mali Genel Kurulu’ndan başka kimi ilgilendirir ki?

Keza 5 yılı aşkın bir süre önce oynanan Denizlispor-Galatasaray maçının da soruşturmaya konu olduğu iddialarını şüpheyle karşılamak gerekiyor. Zaman aşımından dolayı ceza hukukunun ilgi alanına girmesi teknik olarak mümkün olmayan bir maçın soruşturmaya dâhil edilmesinde büyük tuhaflık bulunuyor, gerçekten de dâhil edildiyse tabii. Zira amaçlanan şey infial halindeki Fenerbahçe camiasını yatıştırmak, yani futbol tabiriyle tribünlere mi oynamak, bu soru akla geliyor.

CİDDİYETSİZ YAKLAŞIM
Teşvik primine dair bir soruşturmanın açılması için TFF Disiplin Yönetmeliği’ndeki zaman aşımı süresi (3 yıl) dahi dolmuşken Federasyon Başkanı’nın “gerekirse Galatasaray’ın kupasını alırız” açıklaması, ister samimi ister tribünlere yönelik olsun, büyük bir ciddiyetsizlik örneği olarak karşımızda duruyor. “16 dakika” temalı zorlama senaryoların da yeniden dolaşıma sokulduğuna tanık oluyoruz bu arada.

Hâsılı, amaç temiz futbolsa tüm takımların fanatik olmayan gönüldaşları Bağış Erten’in “Ey futbol sevgisi taraftarlığına ağır basanlar, bu oyunu sevmeye devam edebilmek için birleşin. Yoksa onurunuzdan başka kaybedecek hiçbir şeyiniz kalmayacak” sözlerini ortak payda bellemeli. Bir de Çarşı’nın sevgili Rıdvan Akar’ın kaleminden çıkma nefis metnini yeniden okuyup şu son cümleye dikkat kesilmeli:

“Ey diğer renklere gönül verenler... Bu yazıdaki bütün Beşiktaş sözcüklerinin yerine kendi takımınızı, siyah beyaz yerine kendi renklerinizi yazın. Var mısınız?”

Sayfa Yükleniyor...