Skibbe'nin 0-0'ı Bülent'i yordu

Tuhaf bir âlem şu futbol piyasası. Bordeaux'daki maçtan sonra, Skibbe'nin kendini kurtarma kaygısıyla hareket ettiğinden, şahsi tedirginliğinin takıma yansıdığından bahsetmiştim. Boşuna değilmiş, hakikaten bir maç sonra kovuldu.

Şimdi o maçı Galatasaray'ı övmek için kullananlara sormak lazım, Skibbe'nin gelecek kaygısı, başarısızlık ihtimalinin verdiği özgüven kaybı takıma, daha doğrusu takımın oyununa ve potansiyeline hiç yansımadı, diyebilir miyiz? Onu bırakın, o 0-0, sonunda Galatasaray'ın başına bela omadı mı?

Son dakikalarda Sabri'nin o istisnai golü gelmese, tam da dediğim gibi, iki takım arasında bozulmayan denklik, sırf deplasman golü münasebetiyle Bordeaux lehine tescil edilecekti. Tahmin ediyorum, her Galatasaraylı 3-1'den sonra gelinen noktada, Sabri'nin müthiş golüne kadar o sıkıntıyı yaşadı, o kâbusu gördü.

Bu karşılaşmanın bize gösterdiği bazı şeyler var. Bordeaux'daki maçta Galatasaray'ın potansiyelinin üstünü değil, hayli altını gördük. Bunda ısrarcıyım, sebebi de Skibbe'nin, meğer haklı olarak, şahsi kaygılarıydı. Galatasaray'ın nelere kâdir bir takım olduğunu, İstanbul'da, 7. saniyede golü yedikten sonra gördük. İlk maçla birlikte, her şey Bordeaux'nun lehineydi ve bunu ancak büyük oyunculardan kurulu bir takım bozabilirdi. Zira acemi baskınına çıkılacak diye ikinciyi, üçüncüyü yemek işten değildi ve çok aman aman olmasa da, Bordeaux tam da bunu yapabilecek güçte ve tipte bir takımdı. Öte yandan, skor avantajını iki golle elinde tutan Bordeaux'yu da sıradan oyuncularla alt etmek, hiç kuşkunuz olmasın, mümkün olamazdı. Galatasaray başta Arda'nın müthiş performansıyla, potansiyelini sahaya yansıttı ve bu keyfi yaşattı bize.

Ama bu kıymetli galibiyeti yine büsbütün bir bilinçsizlikle algılamamakta fayda var. Bülent Korkmaz da risk almadan, hatta Skibbe'den bile temkinli bir dizilişle başladı – hem Kewell, hem Nonda kenardaydı. Önceki yazımda Galatasaray'ın maça böyle başlayacağını, golü yedikten sonra açılacağını yazmıştım. Dolayısıyla, yenecek golün dakikası çok önemliydi çünkü iki gole ihtiyaç duyulacaktı. Yani birinci dakikada golü yemenin ciddi bir avantaj olduğu kabul edilebilir. Mehmet Topal da erken vakitte sakatlanınca, Korkmaz Galatasaray'ın ikinci golünü "atacak" Kewell'ı oyuna sokmak zorunda kaldı. Biraz şartlar onu o yola zorla götürdü yani.

3-1'den sonrasını övmek ise iyice zor; kendi evinde bu üstünlüğü kurmuş ve rakibi sindirmişken yenen goller teknik yönetimin acemliğinden başka şeyle açıklanamaz herhalde. İki gol birden yenmesi ve turun yeniden sahada "ezilmekte" olan Bordeaux'nun eline geçmesi iyi bir takımın ne kadar kötü kontrol edildiğini gösteriyor. Genç yabancı hocalara "stajyer"liği çok yakıştıran medyamızın Bülent'i bir kahraman olarak tanıtacağından şüphem yok ama onun da yaptığı Skibbe'den farklı değil: Galatasaray'ın başı sıkıştığında hep başvurulan, Lincoln, Kewell, Arda, Baros ve Nonda'dan oluşan beşli hat. Son dakikaların mucize golünü atan ise Sabri – yani apayrı bir hikâye...

Bülent Korkmaz'ın bu ilk denemesi bir teknik direktörlük başarısı olarak kabul edilemez ama, sonuçta Galatasaray'ı "oynatan" o havayı getirmesi, gerektiğinde oyuncuların performanslarını zorlamalarına sebep olan o daha ziyade "duygusal zemin"i oluşturması, şu dönemde Galatasaray'ın avantajı olabilir. En azından, Bordeaux maçını görünce, epeydir Galatasaray'ı potansiyelinin çok altında seyrettiğimizi hatırlamış olduk. Ve baştan beri inandığım, bu potansiyelin UEFA'da final oynamaya yeteceğidir. Bu potansiyel finale yeter, o kesin, ama doğru yönetilmesi de gerekiyor.

Sayfa Yükleniyor...