Baba oğul Cannes’da yarışacaklar

David Croneneberg son filmiyle Altın Palmiye için yarışırken, oğlu Brandon Cronenberg ilk filmiyle Belirli Bir Bakış bölümünde yarışacak.

Baba oğul Cannes’da yarışacaklar

Her yıl bu haftalarda bir heyecan başlar bende: Cannes Film Festivali heyecanı. Geçtiğimiz yıllarda 3 -4 kez gittiğim ve her seferinde de aklım arkada kalarak döndüğüm bir şehir Cannes. Şehir demek de ne kadar doğru bilmiyorum aslında. Cannes, festival zamanları hariç, tam da bir emekli sayfiyesini andıran, Akdeniz kıyı şeridinde benzerlerine çok fazla rastlayacağınız büyükçe bir kasaba. La Croisette adı verilen ve bir ucundan diğerine 20 dakikada yürüyebileceğiniz sahil yolundaki bir kaç lüks oteli saymazsanız çok da uzak olmayan Monte Carlo, Potofino ve Antibes gibi rakipleriyle pek boy ölçüşecek bir şaşaası da yok. Ama doğruya doğru, festival sırasında sanki dünyanın tüm zenginliği, tüm ışıltısı, tüm şatafatı La Croisette’e akın ediyor. En azından ekranlardan öyle yansıyor. Hoş, belli bir gelir düyezinin üzerindeki insanlar bunu ilk elden de yaşıyor elbette ama ben bile şöyle bir iki kez Croisette’te volta atttığımda bunu gözlemleyebiliyorum. Kıyının biraz açığındaki dev yatlardan tutun da, martı kanat kapılarıyla arz-ı endam eden Mercedeslere; marinaya bağlanmış sıra sıra teknelerden, yanlarında upuzun mankenlerle partiden partiden koşan ve arada deklanşöre bastıktan hemen sonra elinize kartlarını tutuşturan paparazzilere poz veren sosyetik zenginlere kadar tüm klişlere toplanıyor burada.

Hepsi de hepi topu 10 – 12 gün sürüyor ama tüm bu toplama her yıl eklenen Brad Pitt, Angelina Jolie, Jude Law, Eva Herzigova, Dennis Hopper (selam olsun ustaya), Dustin Hoffman, George Clooney, Robert De Niro, Eva Longoria, Penelope Cruz gibi saya saya bitiremeyeceğim ünlü simaları da ekleyince neredeyse bir yıl idare edecek kadar yıldız tozu depoluyor Cannes müdavimleri. Festival Sarayı başta olmak üzere (ne de olsa asıl büyü burada, salonlarda) Carlton, Martinez ve Majestic gibi oteller dünyaca ünlü yıldızlara rastlama imkanı olan belli başlı mekanlar. Festivale davet edilen ve adı birşeyler ifade eden hemen herkesin kaldığı bu oteller (ki benim favorim içini de gezip görme fırsatını bulduğum Martinez’dir) önünden gelen geçenlerin bir bakmak, fotoğraf çekmek, poz vermek için durduğu, en azından zaten aheste olan adımlarını daha da yavaşlattığı çekim merkezlerine dönüşüyor. Tüm bu oteller Festival sarayı tarafından yürümeye başlayanlar için yolun sol yanında sıralanırken, sağ yanda da Croisette boyunca giden sahil bulunuyor. Sahilin bir kısmı tamamen kumlarla kaplı ve halka açık. Bir bölümüyse hemen karşılarındaki otellerin özel mülkü haline gelmiş ve üzerine lokantalar, barlar, iskeleler kondurulmuş. Buralara girmek sağlam bir cüzdan ve / veya sağlam bir kartvizit gerektiriyor.

Sair zamanlarda çok daha sönük bir havası olduğunu tahmin ettiğim (ki bunu da bazı yerleşik dostlarıma teyid ettirmişimdir) Cannes festival zamanı tam bir sinema kentine dönüşüyor. Bazı antikacı dükkanları örneğin tüm içeriğini değiştiriyor ve sinema afişleri, imzalı fotoğraflar, kamera ekipmanları gibi tamamen sinemaya hitap eden bir görünüme bürünüyor. Hemen hemen tüm binaların üzerine ve önüne Cannes’da gösteriş (ve de gösterim) yapan dev Hollywood yapımlarının neredeyse bütçeleriyle orantılı büyüklükte afişleri, bannerları, dummyleri yerleştiriliyor. İlk saatlerde bu görsel bombardıman insanın başını döndürse de bir süre sonra hemen kanıksıyor ve afiş ne kadar büyükse içeriğin o kadar hafif olduğu yargısını vermekte gecikmiyorsunuz.

CANNES’DA KURALLAR ÖNEMLİDİR
Her yıl Mayıs ayında öncesi sonrasıyla topu topu 15 – 20 gün için bir sinema mabedine dönüşen ve tüm dünyanın gözlerini diktiği bir merkez halini alan Cannes kendine özgü kuralları olan ve bu kuralları harfiyen uygulayan bir festivale ev sahipliğe yapıyor. Kurallar konusunda kesinlikle abartmıyorum. Gözümün önünde faye Dunaway’e davetiye sorduklarını ve onun da telaş içinde yanındaki genç adama dönüp hemen davetiyeleri çıkarmasını istediğini gördüm ki, dünyanın başka hiç bir yerinde, tekrar ediyorum hiç bir yerinde bu olay yaşanmaz. Afrika dahil. Bu kurallar o kadar katıdır ki, dünyanın dört bir yanından gelen muhabirler, kameramanlar, foto muhabirleri, sunucular, gazeteciler ve dahi reflektör tutan teknik elemanlar, hepsi ama hepsi yanlarında bir de smokinle gelirler Cannes’a. Aksi takdirde galalar sırasında güvenlik bariyerini aşıp kırmızı halı bölgesine giremezler ve işlerini de yapamazlar. Bu konuda da kimsenin tek kelime şikayet etttiğini duymamışımdır doğrusu. Gündüz üzerinde tişört, şort pantolon ve ayağında da parmak arası terlikle Festival sarayı’nın arkasında dolanan nice fotomuhabiri ya da kameraman akşam saati geldimiydi jilet gibi ütülenmiş smokinini giyer, siyah papyonun bağlar ve elinde uyduruk bir sandviçle Cannes’ın o dünyaca meşhur basamaklarını görebileceği bir açı bulmak için koşturmaya başlar. Üstelik bu kural sadece basın mensupları için değil film izlemek üzere salona gelen herkes için geçerlidir. Fransız sosyetesinin tanınmış bir siması da olsanız (ki onlardan fazlasıyla gelen olur Cannes’a festival zamanı), uzak diyarlardan gelmiş sinema tutkunu sıradan bir turist de, smokin ve papyonunuz yoksa salona giremezsiniz. Nokta. Çok şık bir Network kravata rağmen kapıdan geri çevrilmiş ve bunu da kimseye itiraf etmemeye yemin etmiş biri olarak söylüyorum bunu size. Aklınızda bulunsun.

Tabii her şey gala gösterimlerinden ibaret değil. Her şey yarışma filmlerinden de ibaret değil. Cannes’da 12 gün boyunca yüzlerce film gösteriliyor ve biraz gayretkeş bir izleyiciyi rahatlıkla günde 2 – 3 film görebilir. Tabii bunun için önceden başvurup cinephile (yani sinema manyağının kibarcası) kartı almakta yarar var. Ama hiç bir hazırlığınız olmasa bile etrafta yaopılan bilumum gösterimlere kapağı atabilir (tabii bir müddet sırada beklemeyi göze alarak), hiç olmadı geceleri sahile kurulan Plaj Sineması’na takılabilirsiniz. Plaj Sineması’nda ekseri klasik filmler gösterilir ve siz de bu filmleri önceden seyretmiş olabilirsiniz ama açık havada, kumların üzerinde, üstelik de Cannes’da, görebileceğiniz yıldızların hemen altında ve göremeyeceğiniz yıldızların da kesinlikle çok yakınında film izleme deneyimi kolay kolay unutulmaz sanırım.

Baba oğul Cannes’da yarışacaklar - 1

Cannes’ın resmi bölümlerinde (yani Yarışma, Un Certain Regard, La Semaine des Critiques, vb) yer alan filmler ulaşılması biraz daha zor filmlerdir. Her film için gala gösteriminden bir gün önce basın gösterimi düzenlenir. Bazen aynı gün gösterildiği de olur ama özellikle Altın Palmiye adayları için bu hemen hemen değişmez bir kuraldır. Basın mensupları da kendi içinde kategorilere ayrılır ve gösterimi yapılan filmlerin popülerleriği ölçüsünde o filmi izleyebilecek olan basın mensupları belli bir hiyerarşiye göre salona alınır. Örneğin kameraman, fotomuhabiri, sesçi gibi teknik elemanlar sarı renkte bir kart taşırlar ve bu kartla çak az filme yer bulabilirler. Film eleştirmenleri daha şanslıdır ve mavi, pembe, beyaz gibi değeri gitgide artan kartlar taşırlar. Bu kartların bazılarında farklı renklerde benekler de olur ve örneğin uzun yıllarını festivale vakfetmiş Atilla Dorsay gibi duayenler böylesi efsane kartlar sayesinde kendilerine sıranın en önünde yer bulabilirler. Onlara gıptayla karışık bir saygıyla bakılır ve tüm meslektaşları günün birinde benzeri bir karta sahip olmanın hayaliyle yaşar.

YILDIZLARI GÖREBİLMEK...
Film izlemek isteyen eleştirmenler Festival Sarayı’nın önündeki kuyruklarda ter dökerken (çoğunlukla sıcak bir hava hakim olur Cannes’a zira) bir kısım basın mensubu da arka kapıda sıra sıra festival resmi aracının beklediği jüri üyelerini, ya da Photocall denilen fotoğraf çekimlerinde dönen film yıldızlarını (ki burada yıldız sıfatını sadece oyuncular değil, yönetmenler de hak eder) görmek için nöbet tutmayı tercih eder. Bunca yıllık deneyimim sayesinde topu topu bir kaç kez başarıya ulaştığımı ve onda da çok kısa süreler için bir iki ünlü simayı görebildiğimi itiraf edeyim. Fotomuhabiri sıfatını taşımıyorsanız Photocall seanslarına giremezsiniz bu arada. Yani yıldızları gerçekten görebilmek için basın toplantılarına katılmaktan başka şansınız yoktur. Bu da toplantı salonunun önünde uzun süre kuyruk beklemenizi gerektirir ki, çoğu zaman bu bekleyişi pas geçip vaktimi başka türlü değerlendirmeyi tercih etmişimdir. Nedenini merak edenler için NTV’nin Cannes’ın ’deki resmi yayıncısı olduğunu ve festivale ait tüm basın gösterimleri, galalar ve bilumum röportajların link vasıtasıyla her gün hazır kaydedilmiş bir şekilde yollandığını söylemek isterim. Aylaklıktan değil yani.

Benim gibi yılda 2 – 3 gün Cannes’a giden bir muhabirin yapacağı belli başlı işler vardır. Bir kere gündüz saatlerinde mutlaka bir kaç kez Türk standına uğramanız gerekir. Burası bir nevi karargah işlevini görür ve saat kaçta giderseniz gidin soğuk bir bira ya da köpüklü bir Türk kahvesi içebilir; tanıdığınız ya da yeni tanıştığınız sinemacı dostlarla iki çift lafın belini bükebilirsiniz. Bizim için ayrıca elimizdeki ağır mühimmatı (kamera ayağı ve çantası örneğin) bir süreliğine olsun teslim edebileceğimiz bir emanetçi işlevi de görür ki, Sevgili Ahmet Boyacıoğlu ve Başak her zaman o güler yüzlü ve candaş halleriyle eşyalarımız için bize bir köşe bulmuşlardır. Bu ne kadar önemli olabilir ki demeyin, sabahın erken saatlerinden itibaren yürümeye başlayan bir ekip için hafif yol almak bazen can bile kurtarır diyeyim artık siz anlayın. Ama Türk standının asıl önemi günlük dedikoduları toplamak için kilit bir mekan olmasındadır. Cannes’a gelenler, izlenen filmler, yapılan yorumlar, gidilen, gidilemeyen partiler ve yeni iş bağlantıları hep orada öğrenilir ve bilgi hızla paylaşılır. Kimi zaman özel röportajlar da yapılır Türk standında. Gece Gündüz için Nuri Bilge Ceylan ile yaptığımız söyleşilerin değişmez mekanıdır örneğin stand. Bu arada standların resmi adı pavyondur (Pavillon) ama pavyonun bizdeki anlamı başka şeyleri çağrıştırdığından olsa gerek herkes Türk standı diye bahseder oradan. Festivalden birkaç önce Ahmet Boyacıoğlu ve ekibinin gelip kurduğu, kasa kasa içeceğin depolandığı bu stand zaman zaman yabancı konukların da ziyaret ettiği ve Cannes’a gelen her Türk sinemacının mutlaka uğrayıp vakit geçirdiği bir yerdir ki, ben, yanımda çoğu zaman Cannes arkadaşım Yekta Kopan (ve yılına göre kameraman arkadaşımız Gökhan ya da Oktay) ile her gün birkaç uğramayı adet edinmişimdir.

Cannes’da akşam bizim ekip için Gece Gündüz canlı yayınıyla başlar. Yayın için bize yardımcı olan RTL ekibiyle (canlı yayın aracını ve link bağlantısını onlar tedarik ederler genellikle) yıllar içinde kurduğumuz dostluğun da sayesinde genellikle sorunsuz bir yayın geçirdikten sonra akşam saatlerinin koşuşturması başlar. Öğlen yemekleri çoğunlukla elde bir sandviçle geçiştirildiği için akşam yemeklerinin ayrı bir önemi vardır. İlk gittiğimiz sene yediğimiz ilk akşam yemeğini hiç unutmuyorum örneğin. Yaklaşık 40 dakika kuyrukta bekledikten sonra masamıza kurulduğumuz Vesuvio’da hayatımızın en güzel pizzalarından birini yemişizdir. Vesuvio deyip de geçmemek lazım, bir seferinde uzaktaki bir masada o yılın jüri üyesi Orhan Pamuk’un oturduğunu görmüş ve doğru yere geldiğimizi sessizce teyit etmişizdir. Her daim kalabalık ama her daim mükkemmel bir mekandır Vesuvio. Gideceklere şimdiden tavsiye edilir. Ama Vesuvio’ya kadar yürümek istemiyorsanı, birkaç sokak berideki La Libera’yı da tavsiye edebilirim, özellikle kapı önünde yer bulursanız iyi vakit geçireceğiniz garantidir. Çok işlek bir sokaktadır zira ve örneğin Harvey Weinstein’i ya da Malcolm McDowell’ı görmeniz işten bile değildir. Daha popüler isimler için sahil oetllerinin (Carlton, Majestic ya da Martinez) sıkı güvenlikle korunan ve çok özel davetiyelerle girilen partilerini tavsiye derim. Ama o davetiyeler nasıl bulunuyor derseniz, onu hala çözebilmiş değilim.

Cannes partileri
Özel partiler genellikle Cannes’a katılan filmlerin yapımcıları tarafından verilir ve film ekipleri, yönetmeninden oyuncusuna, çoğunlukla bu partilerde boy gösterir. Bizim gibi davetli olmayanlardansanız (bunca yıl boyunca sadece Fatih Akın’ın verdiği ve Cannes’ın biraz dışındaki bir villada düzenlenen muhteşem partiye katılabildik, onu da not düşeyim hemen) bu partilerle ilgili dedikoduları her gün basılan ve ücretsiz olarak dağıtılan Hollywood Reporter bültenlerinden takip edebilirsiniz. Kimler katılmış, ikram nasılmış ve kim ne kadar dağıtmış hep bu bültenlerde yazar. Bu bültenlerin bir başka faydası da gösterilen filmlere dair yorumları takip edebilme olanağıdır ki ödül töreni için kimi ipuçlarını da barındırır. Gerçi Altın Palmiye jürisi bu değerlendirmelere fazla rağbet etmez ve kulislerde konuşulanları açığa düşürdüğü çok olur ama Cannes sadece ödül için değil, satış için de önemli bir merkezdir ve dağıtımcılar için bu fısıltılar çok anlamlıdır.

Gece saatlerinde, bir partiye de gidememişseniz eğer kendinizi barlar sokağına atmanızın vakti gelmiş demektir. Gazeteci tayfasının genellikle takıldığı ve önü her daim çok kalabalık, çok gürültülü ve çok renkli olan barlar vardır. Burada vakit su gibi akar ve siz de su gibi içersiniz haliyle. Ayakta durmak ya da kaldırımda oturmak esastır çünkü az sayıdaki masa çoktan dolmuştur. Ama yok, ben artık basından biraz uzak durmak istiyorum derseniz, barlar sokağının bir diğer ucundan tura başlayıp her biri yüksek volümlü müzikleriyle aklınızı çelmeye çalışan ve fiyat aralığı da haliyle daha yükseklerde seyreden mekanlardan birine takılabilirsiniz. Burada da kapı önündeki nasalardan birine konuşlanmak daha avantajlıdır, çünkü birincisi içerisi sıcak ve havasızdır, ikincisi de gelen geçenlere bakarak dedikodu yapmak daha keyiflidir.

Bizim gibi basın mensupları için cannes’da günler uzundur, yorucudur. Bir saatten sonra artık tüm bedeniniz ve ruhunuz yumuşak bir yataktan başka bir şey istemez. Biraz daha ayakta kalayım derseniz artık sert bir yatağa bile razı olduğunuz anlar gelecektir. Yine de inatla direnir, bir kaç dakika daha dayanmaya çalışır ve geç saatlere kadar açık bir cafe’nin sandalyesinde uyuklmaya başlarsınız ji işte bu düşüp düşebileceğiniz en derin çukurdur ve olaya şahit olan arkadaşlarınız sizle yıllarca dalga geçer. Hayır başıma geldiği için söylemiyorum, ne münasebet, bana da başkaları anlattı (uyurken herşeyi de göremem ya). Gecenin sonunda ağır adımlarla otelin yolunu tuttuğunuzda şunu mutlaka hatırlayın, en iyi otel Cannes’ın içindeki oteldir. Yıldız sayısının falan hiç bir önemi yok inanın; bir seferinde yer ayırtmakta geç kaldığımız için Nice’de bir otel bulabilmiş ve asıl yorgunluğun ne demek olduğunu o zaman anlamıştık. Bilmediğiniz bir ülkede, bilmediğiniz bir trafik düzeninde, bilmediğiniz bir kiralık otomobille şehirlerarası yol yapmak hiç de akıl karı bir iş değil, aklınızda olsun.

CANNES 2012
Gelelim bu yılın festivaline. 16 Mayıs’ta tüm jüri üyelerinin (ki Başkan Nanni Moretti hariç hiçbiri açıklanmadı henüz) ve açılış filmi Moonrise Kingdom’ın ekibinin katılımıyla düzenlenecek bir açılış töreniyle başlayacak olan 65. Cannes Film Festivali bu yıl yine bir hayli renkli geçecek gibi görünüyor. 19 Nisan’da festival komitesi tarafından açıklanan resmi film seçkisinie baktığımızda bile bunu fark edebiliyoruz. Altın Palmiye için yarışacağı açıklanan 22 yapım arasında çok önemli ve popüler sayılabilecek isimlerin filmleri var.

Alfabetik sırayla gidecek olursak, bir önceki filmi Un Prophete ile Cannes’da bir hayli ses getiren Jacques Audiard’ın yeni filmi De Rouille et d’Os bu yıl festivalde Fransız sinemasını temsil eden üç yapımdan biri. Başrollerini Marion Cotillard ve Mathhias Schoenarerts’ın (Belçika filmi Bullhead’de sağlam bir performans sergilemişti) paylaştığı film Croisette’te merakla bekleniyor.

Baba oğul Cannes’da yarışacaklar - 2

Gitgide daha az film çeken ve 2008 tarihli Tokyo için çektiği kısa filmi saymazsak Leos Carax 1999’dan bu yana çektiği ilk film olan Holy Motors ile geliyor Cannes’a. Filmin başrolünde Carax’ın fetiş aktörü Denis Lavant var yine. Lavant’ın bir katili canlandırdığı filmde Kylie Minogue, Eva Mendes, Michel Piccoli gibi isimler de var. Carax da bir rolde karşımıza çıkacak bu arada.

A Dangerous Method’ı hiç beğenmemiştim ama David Cronenberg’in son filmi Cosmopolis’ten umutluyum. Çağdaş edebiyatın güçlü kalemlerinden Don DeLillo’nun romanından beyazperdeye adapte edilen filmde Robert Pattinson, Paul Giamatti, Samantha Morton, Mathieu Amalric ve Juliette Binoche gibi oyuncular var. Yukarıda fragman görüntülerini izleyebilirsiniz. Bu arada yazının başlığında bahsettiğim ilginç bir durumu mercek altına almak isterim. David Cronenberg son filmiyle Altın Palmiye için yarışırken, oğlu Brandon ilk filmi Antiviral ile Un Certain Regard bölümde yarışacak. Film doğal olarak Altın kamera öüdlüne de aday. Cannes tarihini çok da detaylı incelemedim ama baba oğul iki sinemacının aynı yıl festivalde yarışması (farklı bölğmlerde de olsa) sanıyorum bu bir ilk. David ve Brandon’ın birlikte röportaj verip vermeyeceğini bilemiyorum ama nezaketen birbirlerinin galalarına katılırlar diye tahmin ediyorum.

Baba oğul Cannes’da yarışacaklar - 3

Lee Daniels’ın (Precious’u çok sevenlerdendim doğrusu) The Paperboy, Andrew Dominik’in Killing Them Softly (başrollerde Brad Pitt, James Gandolfini, Ray Liotta) ve Matteo Garrone’nin (onun da Gomorra’sına bayılmıştım) Reality adlı filmleri listedeki dikkat çekici yapımlar. Ama asıl favorilerden biri hiç şüphesiz Michael Haneke imzalı Amour, yani Aşk. Haneke ve aşk kelimelerini yanyana getirdiğimde bile içimin ürperdiğini itişraf etmeliyim. Aşkı nasıl bir hastalık olarak ele aldı acaba diye düşünmeden edemiyorum. Üstelik yine Isabelle Huppert var kadroda. Bu arada Huppert’in bir de Hong Sang-soo imzalı In Another Country adlı filmde rol aldığını ve hatta bu filmde üç farklı karakteri canlandırdığını da belirteyim. Yani usta oyuncu bir ödülle dönerse şaşırmamak lazım.

Abbas Kiarostami son filmi Like Someone in Love ile geliyor bu yıl Cannes’a. Kiarostami’nin Japonya’da çektiği film öğrenciliğin yanı sıra fahişelik yapan genç bir kızla, onun müşterielerindan biri olan ünlü bir akademisyenin hikayesini anlatıyor. İran sinemasının iyiden iyiye göz önünde olduğu şu dönemde, hele de Kiarostami gibi bir ustanın filmi büyük ilgi çekecektir diye düşünüyorum. Keza Cannes’a defalarca gelmiş (31 yılda 11 kez Altın Palmiye için yarıştı ki sanıyorum bu bir rekkor), en son 2006’da Altın palmiye’yi kazanmış Ken Loach’u da unutmamak gerek. Usta sinemacı The Angel’s Share adlı son filminde işsiz ve sabıkalı bir gencin işlediği bir suç karşılığı yaptığı sosyal hizmet sırasında yaşadıklarını anlatıyor.

Henüz hiçbir şey görmediniz
Altın Palmiye ödüllü Rumen sinemacı Cristian Mungiu’nun Beyod The Hills ve en son Take A Shelter adlı filmine şapka çıkardığımız Jeff Nichols’ın Mud adlı filmleri de (başrollerde Reese Witherspoon, Matthew McConaughey, Michael Shannon ve Sam Shepard var) dikkat kesileceğimiz yapımlardan. Fransız sinemasının yaşayan en büyük isimlerinden Alain Resnais’nin son filmi ise adıyla bile çarpıyor adamı: Vous N’Avez Encore Rıen Vu, yani Henüz Hiç Bir Şey Görmediniz. Film adıyla müsemma olacaksa bizi sağlam bir sürpriz bekliyor demektir.

Her zaman çok farklı ve bir o kadar da özgün filmler çeken Carlos Reygadas bu yılın gizli favorilerinden bence. Meksikalı yönetmenin yarı otobiyografik olduğu söylenen Post Tenebras Lux adlı son filmi tahminimce yönetmenin önceki filmleri gibi ya çok sevilecek ya da nefret edilecek. Büyük bir ihtimalle de her ikisi aynı anda olacak.

Baba oğul Cannes’da yarışacaklar - 4

Walter Salles’ın On The Road uyarlaması biraz şüpheyle yaklaşacapğım filmlerden ama meraklısı çok olacaktır. Şüpheyle yaklaşma sebebim Salles’in yıllar içinde iyice mitleşen bir romana el atıyor oluşu. Genellikle bu gibi durumlarda kimseye yaranamazsınız. Bakalım bu sefer tepkiler nasıl olacak. Thomas Vinterberg’in son filmi Jagten ise festivalde İskandinav sinemasını temsil eden tek yapım. Festen’den bu yana dikkat kesildiğim ama bir türlü aynı etkiyi bulamadığım Vinterberg umarım eski günlerine dönmüştür.

Festivalin diğer bölümlerinde dario Argento, Xavier Dolan, Pablo Trapero, bernardo bertolucci, Philip Kaufman, Takashi Miike ve en önemlisi Fatih Akın (Karadeniz’de çektiği ve çevre kirliliğini ele alan Polluting Paradise ile geliyor Cannes’a) gibi isimlerin filmleri de var ki, bu yılın heyecanını daha da artıran, insanda uçağa atlayıp soluğu Croisette’te alma isteği uyandıran filmler bunlar. Bu yıl Altın Palmiye için yarışan bir Türk filminin olmayışı bizim ekibini Cannes’a gitme olasılığını bir hayli düşürüyor elbette ama biz yine de akreditasyonlarımız yaptık, hazır bir şekilde bekliyoruz. İlgilisine duyrulur.

Sayfa Yükleniyor...