'Bileklerini kıralım yazamasın'

İnandıklarını yazdığı ve söylediği için sürülen, dışlanan, işkence gören bir dönemin simge ismi İsmail Beşikçi, ilk kez katıldığı bir canlı yayında Banu Güven'in sorularını yanıtladı

'Bileklerini kıralım yazamasın'

'de 40 küsür yıl önce "Kürtler vardır" dedi; bu yüzden üniversiteden atıldı, bilimsel çalışmalarından ve düşüncelerinden dolayı dışlandı, ihbar edildi, 17 yıldan fazla hapis yattı ama inandığından, yani gördüğünü söylemek ve yazmaktan vazgeçmedi. Bu nedenle onu örnek alan 52 isim bir araya geldi ve ona bir armağan hazırladılar; 'İsmail Beşikçi Kitabı’nı. İsmail Beşikçi, kitabının tanıtıldığı gün, yani geçen hafta bir makalesinde örgüt propagandası yaptığı suçlamasıyla 1 yıl 3 ay hapis cezası aldığını da öğrendi.

Türkiye'de ilk kez bir televizyonda canlı yayına çıkan İsmail Beşikçi, Banu Güven’le Artı’ya konuk oldu. İşte bir yazısında 'Q' harfi kullandığı için 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan İsmail Beşikçi’nin Banu Güven'e anlattıkları:

İsmail Beşikçi: Türk siyasal hayatının önemli bir görüntüsü var, toplumsal ve siyasal olayları yargı kurumunu devreye sokarak çözümlemek. Halbuki toplumsal olaylar toplumsal olarak çözülmesi gerekir, bu da iktidarın, siyasal partilerin çalışmasıyla gerçekleşebilecek bir süreçtir. Bu konuda konuşanlar susturmaya çalışılıyor.

Sadece Q harfi örneğin herhangi bir yazıda 'gerilla' veya 'savaş' demeniz de suç oluşturuyor. Bunlar toplumsal dayanaklarıyla konuşulması gereken bir konu. Türk siyasal hayatında mahkemelerin devreye sokularak konuşan kişilerin susturulması göze çarpıyor. Halbuki üniversiteleri devreye sokarak sorunun toplumsal dayanakları konuşulabilir, tartışılabilir.

Mahkumiyete neden olan yazı 1920'lere ilişkin bir analizdir, analizde Kürt sorununun temelleri ele alınıyor. Üniversitelerde şunu görüyoruz, Hukuk Fakülteleri'nin dergilerine, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin dergilerine baktığımız zaman milliyet, milliyetçilik, milletleşme çok zengin yazılar var. Ama bu yazıların hiçbirisinde Kürtlerle ilgili bir analiz geçmiyor.

Banu Güven: 1969'da 'Doğu Anadolu'nun Düzeni'ni Doğan Avcıoğlu'nun Kürtlerden söz etmediği 'Türkiye'nin Düzeni' kitabına bir cevap olarak yazmıştınız. O zamandan beri 'Sen öz be öz Türksün', 'Gene Kürt diyor bak' diyerek bu konuya girmemeniz üniversite çevreleri tarafından size söylendi ve sonra da dışlandınız. Aklıma Noam Chomsky'nin 'Üniversiteler ve medya sistemin devamlılığını sağlayan araçlardır ve bunların içinde zamanla muhalif ruhunu kaybedenler olur. Bir de bu ruhu kaybetmeyenler vardır, onlar da püskürtülürler' sözü geliyor. Bu konuda bir değişiklik oldu mu 40 küsur yıl içinde acaba?

İsmail Beşikçi: 40 küsur yıl içinde fiili bir değişiklik oldu. Bu yasaya geçmedi, hükümetin yazıya geçmiş herhangi bir kararı yok. Fiili değişiklik var, 25 yılı aşan bir mücadelenin ardından fiili bir takım değişiklikler oldu. 1960'larda, 1970'lerde olduğu gibi Kürtler inkar edilemiyor, bu filii bir değişiklik. Devlet, hükümet fiilen kabul etmek drurumunda kalmış ancak resmi ideoloji hala çok etkin bir kurumdur. Türk siyasal hayatının en etkili kurumudur. Siyasal hayatı değil bilimi, sanatı yönlendiren bir kurumdur. Halbuki bilim ve sanat söz konusu olduğu zaman özgür düşünce olmalıdır. Örneğin üniversiteler özgür bir ortamda araştırma yapabilmelidir. Üniversiteleri ve bilimi yönlendiren resmi ideolojidir. Resmi ideolojinin bilimin kavramlarıyla eleştirilmesi çok önemlidir ve gereklidir.

Banu Güven: Biraz sizin anılarınıza dönelim, kitapta sizi yakından tanıyanların yazdıkları var. Fahrettin Kırzıoğlu, belli bir kuşağın 'Bu nasıl bir düşüncenin ürünüdür' diye merak ettiği şeyin mucidi olduğunu görüyoruz. 'Kart-kurt' meselesinin mucidi kendisi, 1960'larda her bakımdan Türk olan Kürtlerden söz eden isim Fahrettin Kırzıoğlu. 'Kart-kurt' denirken siz nasıl Kürt var dediniz ve ilk nasıl tepkilerle karşılaştınız?

İsmail Beşikçi: Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 1950'ler ve 60'ların başında uygulanan tahsil içi staj programı vardı. Bu program üçüncü sınıfa geçmiş öğrenciler için yaz aylarında uygulanıyordu. Öğrenciler nereye gideceğini kendileri seçiyorlardı ve ben de Elazığ'a gittim. 1960'ta 27 Mayıs'tan sonra Türkiye'nin siyasal gündemine çok çeşitli konular geldi. Örneğin basın özgürlüğü, Anayasa Mahkemesi, çift meclisi, toprak reformu, bölgeler arasında dengesizlik gibi konulardı bunlar. O konulardan birisi de 'Kürtlerin Türklüğü' idi. Bu çok konuşulan bir konuydu, Fahrettin Kırzıoğlu ve Mehmet Şerif'in kitabı gündemdeydi o günlerde.

Kitaplarda Kürt diye bir halk olmadığı, herkesin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı yazılıyordu. Elazığ'a gittim, Keban, Karakoçan, Palu, Maden gibi yerlerde kaymakamların köylülerle ilişkilerinde tercüman olduğunu gördüm. Kaymakam köylülerle iletişime geçmek istediğinde tercümanla konuşuyordu. Kaymakamlığın çaycısı, bir bekçi, camideki bir imam, nüfusta çalışan bir memur tercümanlık yapıyordu.

Bu ilgi çekici bir olay. Ankara'da işte Kürtlerin Türklüğü anlatılıyor, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde her hocanın masasında Mehmet Şerif'in Doğu İlleri ve Varto Tarihi kitabı vardı. Kürtlerle ilgili öğrenciler bir soru sorduğu zaman 'Şu kitabı oku, kitapta her şey var' deniliyordu. Kitapta ise Kürtlerin ve Kürtçe'nin olmadığı yazıyordu.

Banu Güven: Siz bunun gerçeği yansıtmadığını söylediğinizde, çalışmalarınızla ortaya çıktığınızda Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde bir akademisyen tarafından ihbar edildiniz.

İsmail Beşikçi: 1967'de Doğu mitingleri oldu, Diyarbakır, Silvan, Siverek gibi yerlerde. Mitingleri izledim ve 'Doğu İllerinin Analizi' başlıklı bir teksir yayınladım. Ondan sonra ihbarların geliştiğini düşünüyorum. Aynı zamanda Forum dergisi yayınlanıyordu, Hasan Hüseyin Korkmazgil çıkarıyordu ve benim yazılarım yer alıyordu. Akşam gazetesinde yazılarım yayımlanıyordu. Bir de üniversitede köy sosyolojisi gibi derslere gidiyordum, o yıllarda öğretim görevlisi olmadığında.

Akademi çevrelerinden şahitler de bularak idari soruşturma açıldı. 'Kürt'ten söz ediyorsun, ne demek istiyorsun, Kürt diye bir halk var mı?' gibi sorular vardı soruşturmada. Soruşturma neticesinde 1970 temmuzunda üniversite görevime son verildi.

Banu Güven: 'Kürtlerin Mecburi İskanı', 'Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorosi' kitaplarınızdan Prof. Yılmaz Altuğ ve Ord. Prof. Sulhi Dönmezer'in bilirkişi raporlarıyla mahkum oldunuz. Kitaplar toplatıldı, 1 yıl 7 ay hapis yattınız. 12 Mart sonrasıydı...

İsmail Beşikçi: Şöyle oldu... Doğan ve İnci Özgüden'in çıkardığı Ant dergisinde bir yazı yer aldı. 'Doğu'da Geri Bırakılmışlığın Oluşumu' başlıklı yazıdan dolayı bir soruşturma açıldı, İstanbul Basın Mahkemesi'nde. Orada iki tane Ordinaryüs Profesör ve bir Profesör'ün bilirkişi raporu vardı. Raporda 'Kürtten söz ederek Türk milli duygularını zedeliyor, kamu haklarını istismar ediyor, sanki Türklerden ayrı bir de Kürt varmış gibi davranıyor, herkes Türkçe konuşur. Bu bakımdan suçludur' yazıyordu. İşte bu resmi ideolojinin çok önemli bir uygulaması oluyor. Bilimde sınırsız bir düşünce özgürlüğü olmalıdır. Siz herhangi bir yazıyı içinde 'Suç var mı yok mu?' saikiyle okuduğunuz zaman bu bilim olmuyor, bilime ters bir oluşumdur.

Banu Güven: 'Bilim Yöntemi' dizisini de kaleme aldınız, 'Tunceli Kanunu'nu sizden öğrendik. Birçok şey de var ama öğrenemedik de, çünkü toplatıldı. Siz 1980 sonrasıyla birlikte 17 yılınızı hapiste geçirdiniz, işkence gördünüz. Neden işkence yapıldı? Neler yaşadınız?

İsmail Beşikçi: 1980'de Toptaşı Cezaevi'ndeydim. Cezaevindeki bir operasyon sırasında arkadaşlar sürgün edildiler. Operasyon sırasında aramalar oldu, bir broşür bulundu. Bu broşürden sonra cezaevinde arama yapan Albay 'Sahibini getirin, onunla konuşalım' dedi. Beni götürdüler müdürün odasındaydı. Albay bana 'Kürt diye bir halkın olmadığı, Kürtçe diye bir dilin olmadığı' yönünde 5-6 dakikalık bir konuşma yaptı. Benim de bunları söylemem gerekirken niye böyle bir broşürdekileri yazdığımı söyledi. Ben 'Size bir soru sorabilir miyim?' dedim. Soru şuydu: 'Oğuz Türkleri 11. yüzyılda Anadolu'ya geldiğinde buralarda kim yaşıyordu? Van Gölü çevresi, Zağros Dağları boş muydu?' Komutan çok öfkelendi, 'Bunları sonra konuşuruz, konuşuruz' diyerek ve bastonuyla yere vurarak odadan çıktı.

Ertesi gün ben Sakarya'ya sürgün edildim tek kişi olarak. Benim yazar olduğumu öğrendiler, 4 Eylül'ü 5 Eylül'e bağlayan geceydi, işte bunun parmaklarını kıralım, bileklerini kıralım diyerek işkence edildi. Zaten bir hafta sonra da 12 Eylül darbesi oldu.

Aynı gece şöyle bir şey de yaşandı. Bir hafta önce genç arkadaşlar apar topar sürgün edilmişlerdi. Onların arkadaşları bana paralar verdiler, 'İsmail abi şu parayı arkadaşıma götürür müsün, sen de aynı yere gidiyorsun?' diyerek. Bana pek çok para verildi ve kapı altındaki aramalar sırasında benden o paralar çıktı. Gardiyanlar ve müdür paraları şöyle yorumladı: Örgüt ele başı adam budur, bunları yönetiyor, çocuklarımızı zehirliyor, para tek kişide olur, tek kişi harcama yapar. Ben ifade etmeye çalıştım, 'Para benim değil, arkadaşlarıma vereceğim, benden bir hafta önce geldiler cezaevine' diye. Buna inanmadılar ve o gece işkence gördüm.

Banu Güven: Fiziksel ve ruhsal işkencelerden nasıl yılmadınız? Siz son davada olduğu gibi beraat bile istemiyorsunuz? Nedenini siz anlatın isterseniz...

İsmail Beşikçi: Bilime inanmak önemli. Burada bilimsel bir çalışmayla toplumsal bir olayı anlamaya çalışıyorsunuz ve ardından anlatmaya çalışıyorsunuz. Aynı yöntemle Filistin sorununu veya Güney Afrika'daki bir başka sorunu da anlamaya çalışabilirsiniz. Çok daha yakınımızda olduğu için, birlikte yaşadığımız için Kürt sorunu sizin bilincinize daha çok yansıyor. Bu koşullarda böyle bir sorunla ilgilenmek gerekir diye düşünüyorsunuz. Bilimin gereği böyle.

Beraat istemiyorum, çünkü ortada bir suç yok. Bir düşünce sahibisiniz ve onu ifade ediyorsunuz. Beraat suçla ilgili bir şeydir, yani 'Ben bu suçu işlemedim, beraatimi istiyorum' dediğiniz zaman suç olduğunu kabul ediyorsunuz. Halbuki bir suç yok ki burada, düşüncemi ifade ediyorum ve başkaları da eleştirebilir. O bakımdan beraat istemek anlamlı değil.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvuru hakkımı hiç kullanmadım. AİHM, devlet terörüne sınırsız destek veren bir kurumdur. Burada sınırsız lafını bilerek kullanıyorum. 'Teröre karşıyız, teröre karşıyız' diyerek devlet terörüne sınırsız destek veriyor. Örneğin 9 Kasım 2005'te Şemdinli'deki olay... 'İyi çocuklar' bir kitabevini bombalamıştı. Olay üzerine Avrupa'nın hiçbir kurumu ne Avrupa Birliği ne Avrupa Konseyi bunu eleştirmedi, bu Türkiye'de JİTEM'in bir faaliyetiydi. Ancak PKK bir saldırı düzenlediği zaman Kürtleri eleştirmekte yarış ediyor bu kurumlar.

Banu Güven: 'Demokratik Açılım' diye hükümetin bir girişimi oldu, Habur'dan girişler vs yarım kaldı. Öcalan'la da bir diyalog süreci olduğu söyleniyor. Çözüm nereden geçiyor sizce? PKK silah bıraksın veya operasyonlar durdurulsun denkleminde hangisi önce geliyor sizce? Ve PKK'ya yönelik görüşleriniz neler, bazı Kürt izleyiciler merak ediyor özellikle?

İsmail Beşikçi: 'Demokratik Açılım'da yaşayan bir olay var. Kürt sorunuyla ilgili konuşmalar oluyor, tartışmalar oluyor. Bu iki yıldır üç yıldır devam ediyor, önemli olduğunu düşünüyorum. Çözümden önce şunu düşünmek gerekir: Kürt sorunu dediğimiz nasıl bir olaydır? Temelleri nelerdir? Bunun konuşulması ve tartışılması önemlidir. Basının ve üniversitenin bu konuda daha özgür olması gerekiyor. En son davadaki yazı 1920'leri anlatıyordu, Kürt sorununun kökeniyle ilgiliydi. İşte bu tür analizlerin çok daha sık bir şekilde yapılması önemlidir.

Kendi kaderini tayin hakkı bir bilimsel gerçeklik olarak tartışılabilmeli, konuşulabilmeli. Çözümden önce bunların konuşulması ve böyle bir ortamın hazırlanması gerekli.

Banu Güven: Güncelde ise PKK 'Aktif savunmaya geçiyoruz' açıklamasını yaptı, bir yandan 'Operasyonlar sürsün' bir yandan 'PKK silah bıraksın' tartışması sürer, devlet 'Ona ateşkes denmez' der. Burada ilk adım ne olmalıdır sizce?

İsmail Beşikçi: Hükümet adım atmalı. Örneğin ana dilde eğitime çok karşı çıkıyor. Yeni bir anayasa yapılacak. Anayasa tartışılırken hükümet genel af olmayacak, ana dilde eğitim olmayacak, anayasa değişikliği olmayacak gibi hep olmazlardan söz ediyor. Halbuki olurlardan söz etmeli. Olabilecek olanlar konuşulmalıdır. Hükümetin adım atması gerekiyor.

Başbakan Almanya'da Türk çocukları için Türk okulları istiyor. Türkiye'ye geldiği zaman 'Benden ana dilde eğitim konusunda herhangi bir talepte bulunmayın' diyor, bu çok çelişik bir düşünce. Türkiye Filistinliler veya Kuzey Kıbrıs'taki Türkler için ne istiyor? KKTC'de 200 bin Türk var. Devlet KKTC'nin uluslararası kurumlar tarafından -Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, İslam Konferansı ve diğerleri-  bağımsız olarak tanınmasını talep ediyor. Türkiye'de diyelim 20 milyon Kürt var ve bu kadar insanın ana dilde eğitiminin karşısında şiddetle duruyor. Hükümet artık 'Kürtlerin asimile edilmesi gerekir' anlayışından uzaklaşmalı.

Sayfa Yükleniyor...