Çelik: Çatışmalar sürerse Suriye kalmayacak

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Suriye konusunda uluslararası toplumun meşruiyetini kaybettiğini söyledi. Çelik, "Ülkedeki iç çatışma biraz daha devam ederse Suriye diye bir ülke kalmayacak" diye konuştu.

Çelik: Çatışmalar sürerse Suriye kalmayacak

NTV canlı yayınında soruları yanıtlayan Kültür Bakanı Ömer Çelik, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Suriye konusuna değinen Bakan Ömer Çelik, uluslararası toplumu eleştirdi.

Suriye’deki durumun Bosna’dan bile kötü olduğunu söyleyen Çelik, “Eğer bu şekilde devam ederse kim kazanırsa kazansın Suriye diye bir şey kalmayacak” dedi.

Çelik, Başbakan Erdoğan'ın Cenevre Konferansı öncesinde İran'a gidebileceğini de ifade etti.

Yeni anayasa konusunda gelinen son noktayı değerlendiren Çelik, AK Parti'nin uzlaşma komisyonunun tüm çalışmalara zamanında destek verdiğini ancak muhalefetin konuyu zamana yayarak yeni bir Anayasa yaptırmamaya çalıştığını öne sürdü: "Oysa biz yeni 'nin ilk Anayasasını yapmak istiyoruz."

"Başkanlık sistemini yeni anayasanın önüne koyan bir irademiz yok" diyen Çelik, 'deki Cumhurbaşkanlığı sistemindeki ikiyüzlülüğü ortadan kaldıracağını belirterek Fransa örneğini verdi: "Halk oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı zaten fiilen başkan demektir."

Çözüm süreciyle ilgili "pazarlık" iddialarını yalanlayan Çelik, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nu da eleştidi.

Bakan Ömer Çelik'in kendisine yöneltilen sorulara verdiği yanıtlar şöyle oldu:

Başbakan Erdoğan 2014’te 3 sandık kurulabilir açıklaması yaptı genel yayın yönetmenlerine. Neden böyle bir açıklamaya ihtiyaç duyuldu acaba?
Önümüzde temel bir mesele var. Bir önceki genel seçimlere girerken, o seçimlerin ana gündem maddesi, bütün gündem maddelerinin önüne geçen temel teması yeni bir anayasa yapılmasıydı. O zaman da bizim çok hayretle karşıladığımız bir şey olmuştu, en ücra beldelere gittiğimizde bile vatandaşımız ekonomiden çok bize yeni anayasa konusunu soruyordu ve yeni anayasa konusundaki taleplerini dillendiriyordu. Dolayısıyla, nasıl ki ekonomiyle ilgili gündem ya da iş hayatıyla ilgili gündem vatandaşın gelecek perspektifiyle ilgili, kendi hayatının standardıyla ilgili temel bir mesele haline geliyorsa, Türkiye’nin bugün geldiği noktada bütün bunları kuşatan yeni anayasa meselesi haline gelmiştir.

Şimdi Uzlaşma Komisyonu epeyi bir zamandır faaliyetlerine devam ediyor. Ben de Uzlaşma Komisyonu üyelerimizin de içinde olduğu AK Parti’deki Anayasa Komisyonu'nun başkanlığını yürütüyorum bu süreç başladığından beri. Hatırlarsanız, süreci başlatmak üzere de benim başkanlığımla bir heyetle birlikte partileri ziyaret etmiştik, o zaman temel prensipleri konuşmuştuk. O günden beri yürüyen çalışmalarda, doğrusu söylemek gerekirse, yüz ağartıcı, gerçekten performans anlamına gelebilecek bir sonuca ulaşılamadı; temel hak ve hürriyetler meselesinde bile doyurucu bir rakama ulaşılmış değil, uzlaşılan maddeler üzerinde.

Ben sadece şunu söyleyebilirim; AK Parti, Uzlaşma Komisyonu'nun gündemi içerisine belirlenen takvime tam uymuştur. Hiçbir teklifini geç vermemiştir, her teklifini zamanında vermiştir ve her teklifinin arkasında AK Parti’deki Anayasa Komisyonu'nun Sayın Başbakanımız Başkanlığına yapılan bazı toplantılarla birlikte çok derin ve yoğun bir çalışma vardır. Ama gelinen noktada biz şunu gördük, özellikle takvim meselesinde muhalefetin zamana yayarak aslında Türkiye’ye yeni bir anayasa yaptırmama şeklinde.

Burada temel ayrım da şu: Biz AK Parti olarak yeni Türkiye’nin ilk anayasasını yapmak istiyoruz. Türkiye’nin geçmişteki köhneliklerinden kurtulmasını, artık yeni dinamiklerle, demokratik standartlarla geleceğe yürümesini sağlayacak bir anayasa yapmak istiyoruz. Muhalefet ise zamanı sürece yayarak eski Türkiye’nin son anayasasını yapmak istiyor. Dolayısıyla, eski Türkiye’nin son anayasasını yapmak şeklindeki tutumun sürece zamana yaymak şeklindeki tavrı ile AK Parti’nin yeni Türkiye’nin ilk anayasasını yapmak konusundaki iradesi burada bir türlü bir araya gelmedi ve bu da maddelere yansıdı doğal olarak.

O sebeple biz baştan beri şunu söyledik, belli bir takvim içinde çalışılmalı ve bu takvim etrafında devam etmeli. Şimdi gelinen noktada şu anda yüksek bir performansla eğer belli bir noktaya gelinebilirse bir-iki ay içerisinde, yani Meclis kapanana kadar en azından, yeniden bir değerlendirme olabilir. Ama şimdiye kadar yaşadığımız tecrübe bunun böyle olmayacağını gösteriyor. Bu durumda Türkiye için bir referandum bu bağlamda kaçınılmaz hale geliyor. Zaten iki seçim de söz konusu, dolayısıyla 3 sandık bu şekilde gözüküyor.

Nedir mesele? Mesele, büyük resme bakmak. Büyük resim de şudur; şimdi Türkiye’nin kredi notu artıyor, Türkiye’nin işte dış politikadaki cazibesi ortada, Türkiye’nin iç dinamiklerinin ne kadar yüksek bir performansla ilerlediği ortada. Ama tüm bunları 2’ye, 3’e, 5’e, 10’a katlayacak şey, Türkiye’nin dünyanın önüne kendi çerçevesini ortaya koyduğu bir anayasayla çıkmasıdır. Bu, Türkiye’deki bütün elimizdeki verileri 10’a, 100’e katlayacaktır. Şimdi bu yapılamıyorsa eğer Meclis içerisinde, o zaman doğrudan halka gitmek gerekir. Aslında aziz milletimiz Meclise yeni anayasa yapma görevi vererek yüce Meclisi şereflendirmiştir, yüce Meclise Türkiye’nin ilk sivil anayasasını yapma şerefini bahşetmiştir. Dolayısıyla, yüce Meclisin bunu çok iyi değerlendirmesi gerekiyordu, ama maalesef Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu'nda bu sonucu varılamadı. Dolayısıyla bu, Türkiye’nin büyük resmini, büyük istikrarını, Türkiye’nin 2023’e yürürken ki temel vizyonunu ve gelecek perspektifini korumak bakamından zorunlu bir gündem maddesi olarak önümüze geliyor.

Referandum alt sınırı için 335 oya ihtiyacınız var. Daha önce parti kapatma döneminde de böyle bir risk vardı hatırladığınız gibi. Peki siz şimdi bu riski yeniden göze alabiliyor musunuz?
Bahsettiğim bu büyük resim için, Türkiye adına yapmak istediklerimizi için göze alınması gereken bir risk. Yani bizim içimizden yanlış davrananlar olduğu gibi kısmi de olsa, çok küçük de olsa o geçmiş referandum maddelerinde, Türkiye’nin bu büyük iradesine destek vermek için o zaman bağımsız olan ya da başka partilerden olan arkadaşlarımız da AK Parti’ye destek verdiler, şimdi bir kısmıyla beraber yol yürüyoruz onların. Dolayısıyla biz, muhalefet partileri içerisinden de bu iradeye destek verecek isimlerin çıkacağını ve AK Parti’nin inşallah bu sefer fire vermeyeceğini düşünüyoruz. Ama netice itibarıyla, biz burada sonuç odaklı bakmıyoruz, burada millete verilmiş bir söz vardır, Türkiye’de adına kayda geçmesi gereken bir şey var, tabi ki sonucu alacağımızı da düşünüyoruz, ama Türkiye bunu yapmak zorundadır. Türkiye gelecek perspektifini korumak için ve iradesini daha güçlü olarak geleceğe taşımak için yeni Türkiye’nin kimliğinin tescili olan, bütün dünyaya dönük olarak bütün bu gelişen çeşitli sektörlerdeki, çeşitli alanlardaki unsurların bir ifadesi olarak, bir doğum belgesi, bir kimlik ifadesi olarak bu yeni anayasa meselesini halletmek durumundadır.

Muhalefet partilerinden de destek alabileceğinizi ifade ettiniz ama, bu konuda CHP ve MHP’nin 'BDP’yle anayasa pazarlığı yaptığınız" yönünde bir eleştirisi var. Siz bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bakın, pazarlık meselesini hep şöyle düşünüyorlar: bir kere, burada 2 tane şey var, bu ifadenin 2 tane gizli altyazısı var.

O da şu; taa başından beri yeni anayasa meselesini CHP ve MHP 'eski Türkiye’nin köhne dinamiklerinden ne kadarını koruyacağız' diye bir pazarlık meselesi haline getirmeye çalıştılar. Bu da şuydu, Milli iradeye kimleri aslında ortak yapacağız?

Şimdi temel mesele şudur: Anayasalar esasında teknik anlamda hukuki metinler değildir, anayasalar siyasi metinlerdir. Ve siyasi metin olarak, yani eski kavramı çok güzeldir, Teşkilat-ı Esasiye der, devlet teşkilatının esasını oluşturan temel dengeleri ortaya koyar.

Şimdi buradaki temel mesele şu; biz bu ülkeyi halkın iradesinin mi yönetmesini istiyoruz, halk iradesi adına devlet içerisinde birtakım oligarşik grupların mı yönetmesini istiyoruz. Şimdi halk iradesi adı altında devlet içindeki oligarşik grupların yönetmesinin en teknik anlamdaki en çarpıcı formülü 1982 Anayasaydı. 82 Anayasası bir anayasa değildi, bir ihtilal bildirisiydi, yukarıdan aşağı sadece o ihtilal bildirisine anayasa hukukçuları tarafından anayasayla ilgili teknik birtakım kılıflar giydirilmişti. Türkiye bunda bir sürü unsuru değiştirdi değiştirdi değiştirdi belli bir noktaya getirmeye çalıştı ama Türkiye’nin geldiği noktada bu yetmiyor.

Dolayısıyla şunu söylemek lazım, asıl bu pazarlık ifadesini kullananlar yeni anayasa yapılması konusunu yeni anayasa olmaktan çıkarıp eski Türkiye’nin son anayasası olarak bir anayasa değişikliğine döndürmeye çalıştılar. Aslında yeni anayasa yapıyor gibi olacaktık, ama eski Türkiye’nin anayasasını biraz değiştirmiş olacaktır. Dolayısıyla, bugün Uzlaşma Komisyonu bir sonuca varamıyorsa, o Uzlaşma Komisyonu'nda söz konusu partiler bu pazarlığı yürüttüğü için bir gizli gündem maddesi olarak.

İkinci mesele şudur, Meclis'teki halkın seçtiği hiçbir parti gayrimeşru ilan edilemez. CHP ve MHP daha şunu öğrenememiş: Meclis'te temsil edilen herkes, her parti meşrudur. Dolayısıyla, Milliyetçi Hareket Partisi’nin oyu ne kadar meşruysa, çünkü halk o iradeyi ona vermiştir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin oyu ne kadar meşruysa, çünkü halk ona o iradeyi vermiştir, BDP’nin oyu da o kadar meşrudur, çünkü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir kısmı o oyu vererek o partiyi Meclis'e göndermiştir.

Dolayısıyla yapmaya çalıştıkları şey şu: bir, önce yeni anayasa yapmaya girişmiyorlar, eski Türkiye’nin anayasasını korumak üzere bir pazarlık yürütüyorlar, sonra AK Parti madem siz bu pazarlığı yürütüyorsunuz, madem ki bir başka parti bu iradeye sahip diye ona yöneldiğinde de bunu gayrimeşru ilan etmeye çalışıyorlar. Bu tabi temel siyaset tasavvuruyla ilgili, temel demokrasi anlayışıyla ilgili bir sakatlığı ifade ediyor.

330 yakalanmazsa nasıl bir B planınız var?
Biz Türkiye’nin önüne, milli iradenin önüne yeni anayasa yapmakla ilgili bütün bir irademizi, bütün bir çabamızı koyarız, olmazsa anayasa değişikliği mesele de referandumla birlikte gerçekleşmiş oldu, 2010 referandumuyla, Türkiye bununla da yönetilebilir. Aslında herhangi bir parti, bir iktidar partisi mevcut değişikliklerle, ben bu mevcut değişiklikler itibarıyla elimdeki gücü koruyayım, bu gücün bir şekilde saltanatını süreyim diye düşünse, hiçbir şekilde yine anayasa meselesine girmez, gerçekten demokrasi tasavvuru olan bir parti bu yeni anayasa sürecini başlatmak ister. Dolayısıyla, biz eğer orada halledemiyorsak bu sefer milletin huzuruna gideriz ve daha yüksek destek isteriz genel seçimlerde; ama bunu eninde sonunda yapacağız.

Yerel seçimler ile genel seçimlerin ya da genel seçimler ile cumhurbaşkanlığı seçiminin aynı anda yapılması söz konusu olabilir mi?
Sayın Başbakanımız 3 sandık dediğine göre şu anda böyle bir tartışma yok, yani bir sene içerisinde 3 kere seçime gitmeyi de göze aldı. Deniyor ki, i'şte Türkiye bu yükü kaldırabilir mi, bir istikrarsızlık olabilir mi?' Onlar taktik meseleler. Büyük resme baktığımızda, büyük istikrarı korumak için bu mekanizmalardan geçmemiz gerekiyorsa bu mekanizmalardan da geçeriz, gerekirse 2 ayda da bir gidilir. Çünkü temel mesele, Türkiye’nin bir an evvel bu yeni zemine kavuşması gerekiyor, bu fulü alandan, bu gri alandan, bu ara bölgeden çıkması gerekiyor. Eski Türkiye’yle yeni gelişen Türkiye’nin melezi şeklide bir tablo bugün geldiğimiz noktada Türkiye’yi 2023’e taşıyamaz.

AK Parti bu başkanlık sistemi önerisinden geri adım atar mı? Partili cumhurbaşkanı öneriniz var, o nasıl bir model?
Ş
imdi bakın, bizim yaptığımız toplantıların tutanakları da var. Geçenlerde tutanakları topluca okurken ilk tutanaklara baktım, orada bile biz sistemin değişmesi gerektiğini, sisteminin performansının artması gerektiğini, revize olması gerektiğini, sisteminin bir reformdan geçmesi gerektiğini, bu yapısıyla sisteminin yeterli verim üretemediğini, bu sebeple başkanlık sisteminin Türkiye’nin gündeminde tartışılması gerektiğini orada ifade etmişiz. Ama ifade edildiği gibi, başkanlık sistemini yeni anayasayı engelleyen ya da yeni anayasanın önüne koyan bir irademiz yok. Eğer bugün Uzlaşma Komisyonu şu noktaya gelseydi: Başkanlık sistemini ilgilendiren maddelerin dışındaki bütün maddelerde uzlaşma sağlanmış da sadece başkanlık sistemini ilgilendiren maddelerde eğer Uzlaşma Komisyonu bir irade ortaya çıkaramamış olsaydı, o zaman AK Parti başkanlık sistemi konusundaki tavrını çekerdi. Dolayısıyla, bunu yeni anayasanın önüne koyan bir tutumu içerisinde değiliz.

Partili cumhurbaşkanlığı meselesi de şu; şimdi sistemi ikiyüzlülükten kurtarmak lazım. Hiçbir cumhurbaşkanı Köşk'e çıktığı zaman, işte 20 yıllık sürecimizde de görüyoruz, hiçbir zaman partisiyle bağı aslında kesilmiyor. Bunu bir tür sistem kendi içerisinde bir ikiyüzlülük üretiyor, şeklen gibi yapılıyor, ama gerçekte bu bağ devam ediyor. Bunun Fransa’daki yarı başkanlık sisteminde olduğu gibi partisiyle ilişki devam edebilir. Yani nasıl yapılıyor? Cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisi devam ediyor, belki başka birisi genel başkanlık makamını yürütüyor. Başka ülkelerde genel başkanlık makamıyla başbakanlık makamı da ayrılabiliyor.

Dolayısıyla buradaki temel mesele şu, sistem içerisinde zaten fiilen var olan bir durumu yokmuş gibi göstererek sisteme ikiyüzlülük pompalamaktan vazgeçmeliyiz. Sistem şeffaflaşmalı, öngörülebilir olmalı, bütün faaliyetler net bir şekilde vatandaşın önünde olmalı.

Bir cumhurbaşkanı, hele de halkoyuyla seçileceği için yeni dönemde, kampanyasını neyle yürütecek? Ait olduğu partinin tabanıyla yürütecek ya da ona kişisel olarak destek verenlerin desteği de buna eklenecek, ama ana gövdesini içinden çıktığı partinin tabanı oluşturacak. Şimdi siz bu partinin tabanıyla birlikte bir kampanya yürüteceksiniz yeni dönemde halk oyuyla seçilmek için, ondan sonra yukarı çıktığınızda benim bunlarla hiçbir bağım kalmadı diyeceksiniz; bu eşyanın tabiatına aykırıdır, sistemi ikiyüzlülüğe zorlamaktır. Dolayısıyla, partili cumhurbaşkanlığı meselesi zaten sistemde var olan bir durumun aslında netleştirilmesi meselesidir.

Yetki anlamında peki?
Yani yetki düzenlemesi tartışılır yine. Ama şimdi geldiğimiz noktada şöyle bir şey var, tablo ortaya çıkacak: Başkanlık sisteminin tartışılması ya da yarı başkanlığın tartışılması ya da partili cumhurbaşkanlığının tartışılması bu bakımdan çok önemliydi.

Nedir o? Halkoyuyla seçilmiş bir başbakan olacak, onun yanında halkoyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı olacak. Şimdi burada iki halkoyuyla seçilmiş iradenin zaman zaman sistem içerisinde çeşitli konularda uzlaşmaz bir tutuma girmesi kaçınılmaz olacak. Bunu sadece bugün için düşünmemek lazım, sistemin 10 yıl sonrası için, 20 yıl sonrası için düşünmek gerekir bu gelişmeleri.

Şimdi buradan baktığımızda, bir de, bugün istikrar var, çok şükür tek parti iktidarı var, bundan ilerleyen zamanlarda Türkiye’nin 30 sene sonrasında, 50 sene sonrasında eğer tek parti iktidarı olmaz da bir koalisyon hükümeti olursa, o koalisyon hükümetinin karşısında halk oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı fiilen zaten başkan demektir, üstelik başkanlık sisteminin bütün yetkilerine sahip, ama hiçbir denetim mekanizmasıyla denetlenmeyen bir başkan demektir. Yani kendi elimizle sistemi bu tartışmaları bir kenara iterek krize sokuyoruz, sistem bir krizin geldiğini bize haber veriyor.

Bundan mesela 10 yıl sonra, 20 yıl sonra bir koalisyon hükümeti çıktı, halk oyuyla da seçilmiş bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı yüzde 51’le seçilmiş, iktidarı diyelim ki, 2 parti ya da 3 parti oluşturmuş, birinci partinin oyu yüzde 20-25 olmuş, zaten orada fiilen işin psiko-politiği gereği cumhurbaşkanı fiilen başkanlık yapacak. O zaman da elinde bir başkanlık sisteminin bütün yetkileri olacak, ama o başkanlık sisteminin denetim mekanizmalarıyla, kontrol ve denge mekanizmalarıyla denetlenmeyen bir cumhurbaşkanı olacak, dolayısıyla sistem kendiliğinden krize girecek. Dolayısıyla, biz sistemi ara bölgeden, gri bölgeden fulü alandan çıkaralım, neyi düşünüyorsak onu netleştirelim.

Bugün şunu soruyorum ben, başkanlık sistemine karşıysa muhalefet, o zaman bize çağdaş dünyanın standartlarında bir parlamentarizm önerisi getirsinler, bir parlamenter sistem önerisi getirsinler. Bakın yapılan tartışmalara, Uzlaşma Komisyonuna verilen tekliflere, bu ilerici bir parlamenter sistem, çağdaş dünyanın standartlarında bir parlamenter sistem önerisi de gelmiyor muhalefetten. Dolayısıyla, başkanlık sistemine karşı olduklarını söylemeleri, aslında daha iyi bir parlamenter sistemi arzu ettikleri için değil, sadece eskiyi korumak için ortaya koydukları bir tutum.

Suriye konusu Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretinin de en önemli gündem maddesiydi. Başbakan'ın bu ziyaretten önce yaptığı açıklamalar vardı, uçuşa yasak bölge ya da Cenevre süreciyle ilgili olarak 'ipe un sermek' ifadelerini kullanmıştı ama, Türkiye şu andaki noktada aslında Cenevre sürecine ikna olmuş gibi gözüküyor. ABD, Türkiye’yi bu noktaya getirmek için neler yapmış olabilir, nasıl ikna edildi Türkiye?
Şimdi bakın, Türkiye’nin Cenevre süreciyle ilgili tutumu değişti dersek, bence meseleyi eksik anlaşmış oluruz. Cenevre süreci diye bahsedilen ya da İkinci Cenevre süreci diye bahsedilen sürecin doğası değişti. İkinci Cenevre süreci diye bahsedilen konu, daha önce Rusya’nın gündeme getirdiği, fakat bu şekilde tam olarak çerçevesi çizilmemiş bir mesele olarak geliyordu.

O da neydi? Esad’lı bir yönetimin muhaliflerle birlikte oturup masada yönetimi nasıl paylaşacaklarının konuşulması şeklindeydi. Ama şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde Başbakanımızla, Başkan Obama’nın basın toplantısında ifade edilen Cenevre sürecinin birinci maddesine, o Cenevre süreci dillendirilmeden ortaya konulan birinci madde ne? Esad gitmelidir. Esad gitmelidir cümlesinden sonra rejimi temsil eden unsurlarla muhalefeti temsil eden unsurların bir araya gelmesi, dolayısıyla ikinci Cenevre sürecinin aslında Esad’sız bir Suriye’nin nasıl kurulacağı konusunda, Esad’sız bir Suriye konusunda Türkiye’nin tezinin de nasıl tahakkuk edeceği konusunda bir ortak noktaya varıldığın ifade ediyor. Dolayısıyla, önceki bahsedilen Cenevre süreci Esad’ın kalıcılığını sağlamak ya da Esad’a zaman kazandırmak üzere hakikaten bir oyalama süreciydi, şimdiye kadar da böyle oldu. Bir yandan Esad’la muhalifler biraraya otursun diyeceksiniz. Ama Rusya’nın, İran’ın askeri desteğinin devam ettiğini zaten Rus yetkililer söylüyor. Bizim daha önce savunma anlaşmalarımız var, bu çerçevede silah vermeye devam ediyoruz, savunma sistemleri vermeye devam ediyoruz diye. Dolayısıyla, Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik değil, Cenevre sürecinin genetiğinde, doğasında bir değişiklik oldu. İlk madde olarak şu ortaya konuldu: Esad’sız bir Suriye. Bu noktada da rejimi temsil eden unsurlarla muhalefet unsurları arasında bu sürecin gerçekleşmesi bakımından nasıl bir yöntem üzerinde uzlaşılacağı, nasıl bir yol izleneceği konusunda işte bir süreç başlatılmış olacak.

Neler yapılabilir bu süreçte ya da Türkiye’ye neler önerilmiş olabilir acaba?
Şimdi birincisi şu var: Mesela bugün de basına yansımış, Türkiye bütün tarafların masada olmasını istiyor. Mesela, İran’ın katılmasını Rusya istiyor da Fransa istemeyebiliyor. Türkiye açısından konunun bütün taraflarının masada olmasının hiçbir mahsuru yok. Yani, bu işe şey diye bakmamak lazım; Türkiye nasıl ikna edildi ya da Türkiye’ye ne verildi ya da Türkiye ne verdi gibisinden soğuk savaş diliyle bakmamak lazım. Zaten bu son gezinin doğasında da şu vardı; Amerika Birleşik Devletleri’yle soğuk savaş döneminde kurulan hiyerarşik ilişki, son 10 yıl içerisinde model ortaklık dediğimiz bir doğaya kavuştu, bu ilişkinin hiyerarşik ilişkiden kurtarılmasıydı, çünkü soğuk savaş döneminde Türkiye, NATO’nun kanat ülkesiydi ve NATO içerisinde bu hiyerarşik ilişki kurulmuştu. Şimdi zaman içerisinde bu hiyerarşik ilişki ortadan kalktı. Bugün gelinen noktada ise herhangi bir meselede farklı görüşler net bir biçimde ortaya koyuluyor, bu görüşler arasında ortak noktanın nasıl bulunacağı konusunda bir arayış ortaya çıkıyor.

Şimdi yukarıdan aşağıya sıralarsak, birincisi; Esad’ın gitmesi gerektiği konusunda ortak bir irade var. İkincisi; Esad’sız bir Suriye’nin nasıl oluşacağı Cenevre sürecinin temel gündem maddesini oluşturuyor. Üçüncüsü de; bunun oluşturulması bakımından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'in üyeleri dahil olmak üzere, bölgede İran dahil olmak üzere konuyla ilgili bütün tarafların ortak bir iradeye kavuşması yönünde bir süreç başlatılmış oluyor.

Obama’nın mesajlarını nasıl buldunuz? Sizce hala askeri bir operasyon gündemde mi? Tabii, askeri operasyon meselesinde Amerika Birleşik Devletleri ya da herhangi bir kimse tek taraflı olarak buraya müdahale etmek istemiyor. Nihayetinde uluslararası toplumun iradesi ortaya çıksın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bunun için kilit bir mekanizma. Türkiye açısından da şöyle bir şey var; maalesef Sayın Başbakanımızın gezisi başladığından itibaren şöyle bir dil görüyorum. Sanki mesele, Türkiye ile Suriye arasında bir meseleymiş gibi. Türkiye ile Suriye arasında bir mesele değil bu mesele. Bu mesele, uluslararası toplumla Suriye arasında bir mesele. Ama Türkiye, bu kadar büyük bir sınıra sahip olduğu için -910 kilometre- bundan doğrudan etkilenen bir ülke. Türkiye işin başından beri Esad rejimine tavır alırken, hiçbir zaman tekil bir inisiyatif oluşturmadı. Önce Arap Birliği’yle birlikte bir inisiyatif oluşturdu, bölgesel inisiyatifin içerisinde kaldı. Arap Birliği’nin Esad rejimine karşı geliştirdiği, sorunun çözümüne karşı geliştirdiği iradeye destek verdi. Arkasından bu gerçekleşmeyince küresel inisiyatife destek verdi, Arap Birliği’nin konuyu Birleşmiş Milletler’e götürmesi de o sınırlar içerisinde kaldı. Bu gerçekleşmeyince alternatif küresel inisiyatif olarak ortaya çıkan Suriye’nin Dostları Grubu meselesine destek verdi. Yani, şimdi öyle bir hava oluşturuluyor ki, Türkiye ile Suriye arasında ikili bir meseleymiş gibi, özellikle bizde CHP’nin dili ya da AK Parti’nin dış politika tutumuna karşı olanların dili bunu bu şekilde göstermek suretiyle sanki ortada Esad’ın başlattığı bir katliam yokmuş, uluslararası toplumun bugüne kadar ortaya koyduğu tepkiler, Arap Birliği’nin ortaya koyduğu tepkiler yokmuş, Suriye’nin Arap Birliği’nden çıkarılması gibi bir irade ortaya çıkmamış ya da bazı batılı devletlerin Suriye toplumunun resmi temsilcisi olarak Suriye muhalefetini tanıması şeklinde bir resim ortaya çıkmamış gibi konuşmaları konuyu eksik değil tamamen yanlış değerlendirdiklerini gösteriyor.

Başbakan Erdoğan, Haziran ayında gerçekleşmesi planlanan Cenevre Konferansı'nın öncesinde ya da buna hazırlanırken bir bölge turuna çıkmayı da planlıyor. Peki bu turda ana mesaj ne olacak, Başbakan ziyaret edeceği ülkelerde ne anlatacak? Rusya’nın olduğunu söyledi ama, İran da bu ziyaretin kapsamında mı?
Muhtemelen olabilir. Sayın Başbakan Rusya’dan bahsetti, Körfez’den bahsetti Başbakanımız, ama bütün taraflarla görüşeceğini tahmin ediyorum ben. Şimdi burada şöyle bir şey oluyor net bir biçimde; Bu mesele, birtakım devletlerle birtakım devletlerin Suriye’de bilek güreşine dönüşmüş durumda. Yani, bir şekilde Suriye’de bir soğuk savaş senaryosu yürürlüğe koyuluyor. Bu soğuk savaşın senaryosu yürürlüğe konulurken de kimileri Şii-Sünni mezhebi şeklinde birtakım oralarda barikatlar oluşturmaya çalışıyor ya da başka birtakım fay hattı üzerinden barikatlar oluşturmaya çalışıyor. Burada Türkiye hiçbir zaman bir cephenin ya da Suriye içindeki bir grubun taraftarı olmadı ya da uluslar arası anlamda oluşan bu cephenin herhangi bir tarafı olmadı. Bölgesel inisiyatife ve küresel inisiyatife destek veren bir tarafta oldu. Türkiye’nin bu tutumuna karşı olanların, Türkiye’yi belli bir mezhebi cephe içerisinde ya da belli bir küresel takım içerisinde gösterme şeklindeki tutumları oldu. Bunların hepsi bugüne kadar hiçbir şekilde, maddi bir şekilde temellendirilemedi. Gelinen noktada ben şöyle olacağını tahmin ediyorum; artık bu saatten sonra, eğer bu şekilde devam ederse kim kazanırsa kazansın Suriye diye bir şey kalmayacak. Bakın Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Arap devriminin olduğu yerlerde bir geçiş sağlandı, ama devletin temel kurumları korundu, altyapı korundu, o toplumun hayatını geleceğe doğru idame ettireceği temel mekanizmalar korundu. Eğer Suriye’de bu iç çatışma biraz daha devam ederse, bu şekilde devam etmesi demek, kim kazanırsa kazansın elinde Suriye diye bir şey kalmayacak. Dolayısıyla, bir toplumun daha iyi bir hayat için, daha fazla demokrasi için ortaya koyduğu bu mücadele, onun tüm atmosferini, tüm zeminini yok edecek. Dolayısıyla, ben Sayın Başbakanımızın bu ziyareti çerçevesinde meseleyi bir soğuk savaş mantığı içerisinde, kamplara bölünmüş bir mantık içerisinde ele alan grupları ortak bir noktaya getirme konusunda bir inisiyatif ortaya koyacağını düşünüyorum.

Netice olarak Esad nasıl gidecek, ne zaman gidecek? Çünkü, tüm uluslar arası toplantılarda da gündemde Suriye var, Esad konusu var. Hatta CHP’nin geçtiğimiz hafta düzenlediği Brüksel seyahatinde dahi bu gündemdeydi. O da biraz problemli bir seyahat de oldu açıkçası...
Tabii şeyi bilemeyiz, biz burada askeri bir değerlendirme yapacak durumda değiliz. Ama rejimin bu çatışmalar başladıktan sonra çok yoğun birtakım ülkelerden askeri destek aldığı, çok daha bazı aklımıza, hayalimize gelmeyecek ülkelerden petrol desteği aldığı ve bu şekilde bugüne kadar kendisini idame ettirdiği şeklinde bir tablo çok net. Ama rejim hava kuvvetleriyle belli oranda kimyasal silah kullanarak bir halkı yok ediyor. Dolayısıyla, burada hani burası Bosna olmasın diyorduk. Bugün itibariyle şunu söyleyebiliriz: Bosna meselesini bile aşmıştır, bambaşka bir noktaya gitmiştir. Uluslar arası toplum Suriye meselesinde şu ana kadar geliştirmediği inisiyatifle aslında kendi meşruiyetini sorgulanır hale getirmiştir. Bugün uluslar arası toplum adına hareket eden mekanizmaların ne kadar meşru olduğu, adalet ve hakkaniyet adına, barışı sağlama adına ne kadar işe yaradığı aslında temel tartışma maddesi. Bu sıcak gündem bittikten sonra da esas tartışma maddesi o olacak. Dolayısıyla, bir halk orada katledilirken buna karşı sadece diplomatik düzeydeki inisiyatiflerin yetmeyeceği, o halkın bütün bir geleceğinin nasıl çalındığı konusunda başka bir iradenin ortaya çıkması gerektiği çok net. Burada Türkiye’nin yapmaya çalıştığı bütün bu bölgesel inisiyatif turlar, şimdiye kadar tükettiği bütün mekanizmalar bu noktaya gelinmesin diyeydi. Bundan sonra da elde kalan ne kadar korunabilir, bir halk ne kadar korunabilir diye Türkiye bir inisiyatif oluşturuyor. Dolayısıyla, 'Esad gitmeli' diyen uluslar arası toplumun bugüne kadar Suriye’nin destek verenlerin Esad’a karşı, Esad’a karşı sesini yükseltenlerin artık bu mekanizma üzerinde net bir tutum sergilemeleri gerekiyor.

Çözüm süreciyle birlikte çekilme de devam ediyor. Her şey planlandığı gibi gidiyor mu, bir de buna ek olarak bazı kesimlerin aslında bir pazarlık yapıldığı yönünde ya da karşılığında ne veriliyor şeklinde soruları var. Bunları gidermek, bu endişeleri gidermek adına Hükümet ne yapacak?
Şimdi devletin niteliği üzerine ya da milletin vasıfları üzerine bir pazarlık yürütülmediği çok açık. Pazarlık diyenler, tamamen bu sürecin karşısında olup da, sürecin karşısında olmanın insani ve toplumsal maliyetini ödeyemeyeceklerini bildikleri için bunu başka mecraya çekmek isteyenler, bu çok net. Yani, bu sürece karşı olanların kan dursun denildiğinde ortaya koydukları bir mekanizma, bir model var mı kanın durması için? Ya da çok basit bir şey söyleyelim, temel insan hikayelerinden yola çıkalım; bir çocuğu dağda, bir çocuğu askerde olan anneye muhalefetin söyleyeceği nedir, bu anneye ne öneriyor muhalefet? Bir çocuğu dağda, bir çocuğu askerde olan anne için, Türkiye olarak biz bu annelere ne öneriyoruz diye sorulduğunda verecekleri cevap yok. O zaman Hükümetin başlattığı süreci, bir devlet politikası olarak yürütülen bu süreci bir pazarlık meselesi gibi sunmaya çalışıyorlar. Herhangi bir pazarlık yok, ne alındı, ne verildi.

Türkiye, bunca yıldır ödediği bu maliyeti ortadan kaldırıyor, bu maliyeti ortadan kaldırmanın karşılığında da Türkiye’nin sosyal barışını gerçekleştirme konusunda artık 30 yıla, 40 yıla, daha uzun zamanlara mal olmuş bu sorunu çözme konusunda bir irade ortaya koyarak Türkiye’nin önüne yeni bir sayfa açıyor. Bu yeni sayfa herkesin faydasına bir sayfadır. Buradan çıkacak olan irade, hem Türkiye’nin böylesine ağır bir yükten kurtulması için bir fırsattır. Hem çatışmalarla anılan bölgemizde çok temel meselelerin çatışma olmaksızın başka metotlarla çözülebileceği konusunda bir model ortaya koymaktadır. Şu ana kadar gelinen nokta iyi bir noktadır, halk desteği yüksektir. Gelinen noktada Türkiye’nin bugünü ve geleceği adına irade koyan, perspektif koyan, vizyon koyanların kim olduğu, bunun karşılığında kimlerin olduğunun belirlenmesi bakımından da net bir noktadır. Yani, siz gidip de Türkiye’nin ana muhalefet partisi olarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanını Avrupa’da, Sosyalist Enternasyonalde Esad’la bir tuttuğunuz zaman, aslında şunu yapmış olursunuz; buradan Sayın Başbakan'a bir leke gelmez, fakat bunu söyleyen Ana Muhalefet Lideri kendi meşruiyetini sıkıntıya düşürür. Niçin biliyor musunuz? Çünkü, temel bir şey vardır. Bu temel mesele siyasetin en ana unsurudur. Demokrasi ile herhangi bir diktatörlük mukayese edilmez. Demokrasinin alanı içerisinde yapılacak eleştiri başka şeydir, diktatörlüğün eleştirisi başka şeydir. Siz Avrupa’daki bir sosyal demokrata gittiğinizde herhangi bir diktatörlük mukayesesi içerisine girdiğinizde bunu kategorik olarak reddeder. Çünkü onun siyasi alet kutusunda demokratik sistem içerisinde bir iktidarın nasıl eleştirileceği konusunda pek çok enstrüman vardır. Ama Türkiye’deki muhalefetin demokratik bir rejim içerisinde iktidarın eleştirilmesi konusunda elinde sadece askeri vesayeti talep etmek ya da sadece yargı vesayetini talep etmek varsa, askeri vesayet ve yargı vesayeti de ortadan kalktıktan sonra artık muhalefet yapacağı bir siyasi üretim söz konusu değilse, o zaman yapacağı şey kendi meşruiyetini sorgulatacak bir şekilde bu tip mukayeselere girmektir. O zaman 'Türkiye bir diktatörlükse, siz bir siyasi partinin genel başkanı mısınız, o zaman sizin siyasi parti genel başkanı olmanızın meşruiyeti nedir, sizin siyasi partinizin meşruiyeti nedir?' diye sorarlar. Dolayısıyla, bir bunu göstermesi açısından önemli olmuştur.

İkincisi de; ben hep şunu söyledim: Cumhuriyet Halk Partisi sosyal demokrat bir etiketle hareket ediyor ama, ürettiği siyasetlerin hepsi aşırı sağ siyasetlerdir, bugün Avrupa’daki aşırı sağ ile paralel siyasetler üretiyor. Referandum meselesindeki tutumu, diğer çözüm sürecindeki tutumu, diğer meselelerdeki tutumu bunu net bir biçimde ortaya koydu. Dolayısıyla, çağdaş, evrensel sosyal demokrasiyle Türkiye’deki sosyal demokrasi etiketli aşırı sağın arasındaki farkı göstermesi bakımından da Sayın Kılıçdaroğlu’nun açıklaması gerçekten sosyal demokrasi talep edenlerin, sosyal demokrat olup da demokrasi talep edenlerin, gerçekten demokrat sosyal demokratların görmesi açısından da iyi bir sonuç doğurmuştur.

Sayfa Yükleniyor...