Cinsellik değil, gerçek hayat!

1 Kadın 1 Erkek dizisinin senaristi Murat Dişli, dizinin bu kadar tutmasının sebebini cinsellikten alenen bahsetmesinden çok, gerçekleri anlatmasına bağlıyor.

Cinsellik değil, gerçek hayat!

Karşılaştığınız zaman size anında bir sıcaklık veren yüzünüzü gülümseten insanlar vardır. Onlara bakınca ister istemez gülümsersiniz ve konu ne olursa olsun biraz sonra kahkahalar havada uçuşmaya başlar.Zira bu tarz insanlar hem zeki hem de esprilidir.

Başrollerinde Demet Evgar ile Emre Karayel’in oynadığı 1 Kadın 1 Erkek dizisinin senaristi Murat Dişli de böyle biri. Ancak o sadece dizi senaristi değil. Devrim Arabaları gibi sinemaseverlerin beğenisi kazanan kimi filmlerin de senaryosunu yazmış bir mizahçı ve aile babası.

1 Kadın 1 Erkek dizisinin bütün bölümleri uyarlama mı yoksa arada tamamen sizin yazdığınız orijinal bölümler de oluyor mu?
1 Kadın 1 Erkek’in orijinali Kanada formatlı. Daha sonra pek çok ülkede uyarlanmış ve en çok Fransa’da tutulmuş. Orada yedi sezon sürmüş. Bizde cinselliğe yaklaşımından dolayı sert algılandı, ama dizini orijinali aslında daha da sert. Evet, uyarlama ve biz bunu iki türlü yapıyoruz. Birincisi varolan o sertliği ve başka bir memlekette yapılıyor olmasını haline uyarlıyoruz. İkincisi ise bazı bölümlerin tamamen yeniden yazılması. Bizde bazı bölümlerin hiçbir karşılığı yok, mesela kilisedeki cenaze bölümünün bizde karşılığı yok. Dolayısıyla bu dinamik yürümüyor ve biz o bölümü kullanmıyoruz. Onun yerine sıfır skeçler yazıyoruz. Ben sadece uyarlamacı değil mizahçı da olduğum için bazı skeçleri kendim yazıyorum. Kendime göre bir ukalalık yapıyorum. Onlar her bir konuyla ilgili yedi-sekiz skeç gönderiyor, ben beğenmediklerimin yerine yenilerini yazıyorum. Bazı esprilerin bayağı kötü olduğunu düşünüp yenilerini yazıyorum.

Nereden geliyor bu kadın erkek hikâyeleri? Neredeyse herkes kendi ilişkisinin yazıldığı görüşünde...
Fikir çok tanıdık bir fikir. Sonuçta bizim ya da Kanadalılar’ın icadı gibi bir durum söz konusu değil. Ortak hikâyeler içinde kadın hali ve erkek hali var. Beni asıl şaşırtan bu olayın Kanada’da da, Fransa’da da, Lübnan’da da, Avustralya’da da aynı olması oldu. O hallerin sadece karıma veya eski sevgilime ait olmadığını gördüm. Evrensel bir durummuş dediğim çok skeç var. Burada da asıl başarı formatın orijinalini yazan senaristte. Artık bundan çok iyi malzeme çıkar diye eşimle yaptığımız kavgaların birçoğunu kenara not alır oldum. O tuttuğum notlar genellikle bir yere denk geliyor. Hemen o hafta olmasa da ilerideki bir bölümde muhakkak işe yarıyor.

Psikologta geçen bir bölümde Ozan her şeyi direk söylediğini, Zeynep’in ise konuşurken imalarda bulunduğundan şikayet ettiğini söylüyordu. Bu neredeyse bütün erkeklerin sorunu. Erkekler için mavi mavidir, kadında ise o mavinin tonları var. Bu sorun nerden kaynaklanıyor sizce?
Bence erkeklere bir basamak ötesini düşünmek yetiyor, böyle rahat ediyorlar. Kadınsa birkaç basamak ötesini düşünüyor. Masada oturup televizyon izleyen erkek sadece masadan kalkacağını düşünüyor. Kadın ise masadan kalkıp mutfağa gideceğini, domatesleri alacağını, onları yıkayacağını ve domatesli pilav yapacağını düşünüyor. Erkek hâlâ masadan kalkmayı düşünür ama otururken kadın ona, “Domatesli pilav ister misin?” diye soruyor. Adam kadına dönüyor ve “Televizyon seyrediyoruz, ne domatesli pilavı!” diyor. Kadının dünyaya bakma algısı çok daha farklı. Zaten temel sorun da bu ve bu kadının en önemli avantajı. Dünyayı dünya yapan kadınlar, çünkü hayata karşı bu incelikleri ve geniş bakış açıları var. Bu aslında anı yaşamakla yarını yaşamak arasındaki temel fark. Erkek sadece anı yaşayabiliyor, o yüzden de bir şey maviyse mavi. “Bunu sarıyla karıştırırsak yeşil olur” gibi bir öngörüsü yok zaten ve alakalı ilgili derdi de yok. Kadınsa maviye bakıp, “Bunu sarıyla boyarsam yeşil olur, yeşil elbisemin üzerine mavi takılarımı taksam çok hoş durur, o zaman “Yarın akşam yemeğe gidelim mi?” diye sorabilir. Kadın ima yapıyormuş gibi davransa da aslında kendi dünyasında böyle bir şey yok.

Kadınlarla erkeklere tavsiyeleriniz var mı? Biri maymun diğeri tilki, ama yaşamak zorunda olan bu iki varlığa.
Maymun ve tilki ya da etobur ile otobur teşhisi yapabilmiş olmak bile başlı başına en büyük tavsiye bence. Karşındakini kendine benzetmeye çalışma. Bunu yılgınlıkla, hiçbir zaman anlamaya çalışma anlamında söylemiyorum. Sadece anlamaya çalışacağın şey senin dünyanda karşılığı olmayan bir şey olacak, bunu bil diyorum. Örneğin çocukla konuşurken hazır bir paketin vardır, çocuğun anlayacakları ve anlayamayacakları diye. Ona ne söylersen anlar, ne dersen anlamaz bilirsin. Onun çocuk olduğunu bilerek davranırız. Ama bir kadın bir erkeğe onun erkek olduğunu veya bir erkek bir kadına onun kadın olduğunu bilerek davranmıyor. Sorun da buradan çıkıyor. Bence en büyük tavsiye bu. Kendinize benzetmeye çalışmayın, onun farklı biri olduğunu kabul edin.

Kendi yaşadıklarınızı yazdığınız oluyor mu?
Elbette. Ben çalışırken, bu konuda bütün yazarları tenzi ederim, kendi hayatımdan beslenebiliyorum. Bildiğim şey kendimden, okuduğumdan, gördüğümden, yaşadığımdan ibaret. Dolayısıyla bir şey yazmam gerektiği zaman ister istemez o benim dünyamdan çıkıyor. Eşim söyleyene kadar ben hiç farkında değilim ama yazdığım skeci yazarken oynuyormuşum. Ben mümkün olduğu kadar diyalogların yaşamasını isteyen biriyim. Yani öyle “İntikam dediğin korkunç bir yemektir, şöyle yenir” gibi cümleler yazamıyorum. Hayatta kim kime davudi bir sesle, “Bak koçum kenara çekil” diye seslenir ki? İnsanlar birbirlerine, “N’aber lan” der gerçek hayatta. Ben de hayattaki “n’aber lan”ı arıyorum. O yüzden yazdıklarım benim n’aberlerimden oluşuyor. Dolayısıyla o boşlukları kendi hayatımla, gerçeklerimle dolduruyorum. Bazı skeçlerde şunu yaşadım. Senaryoyu okuyup “Yok bu kadar da olmaz, hiçbir Türk kadını bu değildir” diyip kenara koyuyor, ama mesela bir hafta sonra bir arkadaşımın eşinde onu görüyor ve çok makul, insanî bir şey olduğunu anlıyorum. Kadın süreç onu oraya getirdiği için o lafları ediyor.

Zeynep’in yaşadıklarının benzeri çok hikâye var ve karşılaşıyoruz…
Yok, kadın böyle bir şey, farklı çalışıyor onların mekanizması. Mesela, erkeği hödük yazdığımı zannediyordum. Ozan’ın yaptıklarında ve verdiği cevaplarda kendimden çok şey görüyorum. Ozan’a biraz “öküz” yaftası yapıştırmaya çalıştık. Ben biraz daha kadının tarafındayım, onu tutuyorum, adama gıcık oluyorum. Muhtemelen kendimi gördüğüm, bana beni gösterdiği için gıcık oluyorumdur. Kadının yanını tuttuğumu zannediyordum ama gelen tepkiler genelde şu; “Bu kadınla yaşanmaz.” Ekşi Sözlük’te, diğer sözlüklerde, forumlarda, söyleşilerde hep Ozan’ın makul, normal bir insanevladı gibi gözüktüğü ve Zeynep delisine katlandığı yorumları var. Taraf tutmamış halimi görseler ne diyecekler acaba?

Ama Zeynep de kızdırıyor Ozanı. Fenerbahçe maçında “Cim bom” diye bağırıyor...
Ama Ozan “İstediğin gibi bağır” diyor. Zeynep de düşünüyor, neticede maç bilmediği bir konu. O bilmediği bir dünyada sevgilisinin istediği gibi bağırıyor, gıcıklık için değil. Muhtemelen en son UEFA Kupası’nı Galatasaray aldığı için duymuştur sloganı, bildiği tek slogan o olduğu için onu bağırıyordur.

Senaryoyu aşamasında birlikte çalıştığınız Itır Arda var değil mi?
Mehmet Altıoklar ve Müge Turalı ilk 1 Kadın 1 Erkek formatını getiren ve burada pazarlayan kişiler. Dizi başlamadan bir yıl önce bana bahsetmişler, ben de kabul etmiştim. İş başlayınca hem zaman açısından hem de ikili bir ilişkiyi tek bir erkeğin bakış açısıyla değerlendirmek doğru olmayacağından, onun sağduyusu olabilecek bir kadın olması gerektiği düşünüldüğünden beni Itır Arda ile tanıştırdılar. Itır beni törpülüyor, bazen “Yok kadın böyle bakar” diyerek bambaşka bir bakış açısı getirebiliyor. İlk sezon Itır ile çalıştık, ama bu sezon iş artınca bir yazar ekibi kurduk. Şimdi daha çok editör durumundayız.



Cinsellik değil, gerçek hayat! - 1

Bildiğim kadarıyla bir Türk dizisinde cinsellikten ilk defa bu kadar alenen bahsediliyor. Seyirci de buna fazla ses çıkarmıyor. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Ozan’ı ve Zeynep’i sevişirken görmüyoruz. Orijinalde alenen olmasa da görüyorsun. Bazı şeyleri kenarından kıyısından törpüleyerek gösterdiğinde seyirci nezlinde tepki almadan halledebiliyorsun. Birincisi RTÜK diye bir kurum var önümüzde. Türkmax paralı bir kanal olsa da RTÜK’e bağlı. İkincisi ise pardon ama bunu izleyenler sevişmiyor mu? Sonuçta biz hiç olmayan bir şeyden bahsetmiyoruz ki, olandan bahsediyoruz. Ama şuna dikkat ediyoruz, söylenecek şeyi üslubuyla söylemek lazım. Yazarın yapması gereken şey bu. Bazen Türk halkı bundan imtina eder diyorlar, peki öbür türlüsünden sıkılmadılar mı? Geçtim 1960’ların “Ben de seni seviyorum” lafıyla kadrajın altına girilmesinden, “Çocuklar Duymasın”da iki çocuk sahibi ama hiç öpüşmeyen bir çift gördük yıllarca. Gerçek miydi onlar? Gerçek olan bu. Bir söyleşi için Ankara’ya gittik orada da “Çok cesur bir iş yapıyorsunuz, cinsellikten çok cesur bahsediyorsunuz” dediler. Düzeltme ihtiyacı hissettim, “Bu işin cesareti cinsellikten rahatlıkla bahsediyor olması değil, işin cesareti yaşamdan birebir bahsediyor olabilmesi.” İş tuttuysa bu sebepten tuttu. Normalde televizyoncular bunu pek sevmez. Onlar bir hayal dünyası yaratır, hüzün ya da komediden bir hayal dünyası yaratırlar. Oysa bu oldukça gerçek bir iş.

Cem Yılmaz’ın bir bölümde rol alacağı söyleniyor. Nasıl bir rol alacak?
Cem Yılmaz ile Demet Evgar, Yahşi Batı filminde birlikte rol aldı. Ancak Cem’in filmden önce de diziyi izlediğini biliyorum. O münasebetle Demet ile daha da yakınlaşıp, “Ben de rol almak istiyorum” dedi. Sadece zamanı ayarlayamadık, çünkü senaryoyu Cem ile beraber yazalım istiyoruz. O Cem Yılmaz olarak değil başka bir rolde gelmek istiyor. Daha karar veremedik ama...

Patron Kim’i de siz uyarlamıştınız ve o da çok sevilen uyarlama dizilerden biri olmuştu. Nedir bu işin sırrı?
O benim kısmetim, iyi işlere denk geliyorum. Bir hikâyeyi izlediğim zaman, “Tamam güzel. Peki bu cümle bu topraklarda nasıl söylenir” diye düşünüyorum. Bu hikâye bizde nasıl olurdu üzerinden tasarlayıp aynı hamuru sulandırıp bir daha yoğurmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Uyarlamanın sınırlarını zorladığımı düşünüyorum. Ben Amerikalı’nın yazdığını Türklere anlatma peşinde değilim. Ben ortaya bir Türk dizisi koymaya çalışıyorum.

Aslında mizah yazarısınız değil mi?
Evet, aslında mizah yazarıyım. Sonra başka şeyler de yazdım ama benim kökenim, ruhum mizah yazarlığındadır. Ortaokul yıllarında skeçler yazıyordum, sonra arkadaşlarımla sınıf sınıf oynuyorduk. Bizim zamanımızda Devekuşu Kabare vardı, ondan esinlenerek skeçler yazıyordum. Bir yandan da karikatür çiziyordum. Erdil (Yaşaroğlu) ile lise arkadaşıyız. O bir derste karikatür çizdiğini söylemişti ben de ona gidip, “Ben sana nasıl çiziliyor göstereyim oğlum” dedim, sonra bir gün çizdi, benden iyi olduğunu gördüm. Biz o zamanlar iki amatör olarak Gırgır’a, Limon’a giderdik. Sonra Erdil çok başarılı bir karikatürist oldu. Ben ise yazma imkânımı üniversiteye başladığım yıl Plastik Şov sayesinde buldum. Erdil ile Burak (Akkul) başlamışlardı Plastik Şov’da, ben de o ekibe katıldım. Önce seslendirme yaptık, her şeyi beraber hallediyorduk. Sonra ben de senaryo yazmaya başladım. Plastik Şov bitince bütün yazar grubu kendi şirketlerimizi kurduk Mr. VEB adıyla. Herhalde Türkiye’nin ilk yazar grubu odur diye düşünüyorum. Gerçi Gani Müjde’nin kurduğu bir ekip vardı, ama onlar Gani Müjde ile etrafındaki gençlerdi. Biz beş eşit yazar bir arada grup kurduk. Beyazıt Öztürk, Cem Özer ve Okan Bayülgen ile çalıştık.

Devrim Arabaları filminin senaryosunu da siz yazdınız. Nasıl çıktı fikir ortaya?
Cumhuriyet tarihine meraklıyımdır o yüzden bildiğim bir hikâyeydi Devrim Arabaları. Ama bunu esas çeken Tolga Örnek oldu. Tolga’nın kafasında daha büyük bir hikâye vardı. Ancak Devrim Arabaları üzerine de konuşuyorduk. Tolga, “Yapar mıyım, yapmaz mıyım bilemiyorum şimdi elimde film” var diyordu. Sonra o filmle ilgili prodüksiyon sorunları yaşandı. “Madem öyle Devrim Arabaları’nı araştırıp onu yapalım” dedim. Onda 20 sayfalık bir araştırmacının araştırma notu vardı. Onu okuyup yaşayanları bulup onlarla röportajlar yaptık. Bir-iki aylık araştırmadan sonra, toplam altı ayda senaryoyu bitirdik. Ondan sonra da kabaca hikâyesini çıkarmaya başladık Tolga ile. En sonunda da senaryosunu yazdım. Ben yetişemediğim ya da Tolga’nın “O bölümü ben yazmak istiyorum” dediği yerlerde de paslaştık.

Senaryo yazmak hayatı idame ettirmeye yetiyor mu?
Şayet düzenli çalışılabiliyorsa evet. Fakat sadece sinema filmi yazılarak hayat kazanılmaz. Bir yazarın yazabileceği senaryo sayısı bellidir. Bir yılda bir tane, çok üretebiliyorsa iki tane yazar, ama iki filmle hayatını idame ettiremez. Orada da işin içine televizyon giriyor. Televizyona da yazabiliyorsan hayatını idame ettirir, ama yine de öyle şahane yaşayamazsın.

Peki bu işe girmek isteyen, senarist olmak isteyen gençler neler yapmalı?
Önce yazmalılar. Televizyonun yetiştirdiği oyuncuların sinemaya geçebiliyor olması sayesinde sinema alışkanlığı gelişiyor. Türk filmlerine gitme alışkanlığı var artık. Pazarın senaryo ve filme ihtiyacı var. Bu sene 70 Türk filmi çekildi. Bu önemli bir rakkam, ama 70 senarist var mı ondan emin değilim. Televizyon ve sinema piyasasına yetecek kadar yazar olduğundan da emin değilim. Bütün tanıdığım yazarlara şunu diyorum, “Sinema yazın.” Bizde “Yazsam kim çekecek?” gibi bir düşünce var. Bunlara kızıyorum açıkcası. Birileri bununla ilgilenecektir. En azından öyle olmaz, burasını böyle yap diyecektir. Yapılması gereken tek şey var bence, o da yazmak!

Mesleğinizle ilgili en hayıflandığınız konu nedir?
Her zaman iyi bir proje için iyi bir senaryo lazım denir. Türk özel televizyonculuğu şöyle başladı; Mehmet Ali Erbil ile Emel Sayın’ı buluşturalım. Bana kanal yöneticilerinin, “Mustafa Sandal ile Sibel Tüzün üzerine bir şeyler yaz” dediğini bilirim. Konsepti ne, ne yapacaklar onlar hiç önemli değil. Televizyon önce ünlüler üzerinden giden dizilerle başladı. “Nasıl olsa ünlü biri var, yeteri kadar dikkat çeker, ne söylediğini ne önemi var? Sen de bir şeyler yazarsın” denirdi. Şimdi artık ünlüler değil hikâyeler dikkat çekmeye başladı. Bu hikâyelerin dikkat çekmesi için de yazmak isteyen gençlerin cesaretlendirilmesi, onların yazması lazım. Yazdığının bir şekilde karşılığını alması lazım. Ben 15 yıldır bu işi yapıyorum, benim iyi kötü telefonum çalıyor. Biri bir proje düşündüğü zaman beni arıyor. Ama o gençleri kimse aramıyor, kimse bununla uğraşmıyor. Lafa gelince herkes senaryo istiyor, ama işe gelince kimse senaryo için gerekli ortamı hazırlamıyor.

Bunun için neler yapılabilir?
Birincisi bunun atölyeleri kurulabilir. İşler atölye şeklinde ilerler. Yılmaz Erdoğan çok taktir edilecek bir şey yaptı. Yazar kökenli olduğu için oyuncularının önce yazması gerektiğine inandı ve şimdi yayınlanan Çok Güzel Hareketler Bunlar’ın skeçlerinin hepsini genç oyuncular kendileri yazıp kendileri oynuyor. O adamlar yarın dizi yazabilir. Bir yazarın sahayı görmesi önemlidir. Yılmaz Erdoğan en az 10 tane yazar kazandırdı. Bu yapımcılıkla ilgili bir şey. Yapımcıların bu ortamı sağlayabilmesi lazım. Sen orijinal fikir arıyorsan orijinal fikir üretebilecek adamları besleyebilmen gerekir. Bir yapım şirketi 10 tane genç alsa, onlara cüzzi bir maaş verse, 10 işleri batsa da 11’inci işleri bütün maaşlarını çıkarabilir. Herkes proje bekliyor. Bana düzenli olarak, “Elinde proje var mı?” diye soruyorlar. Şimdi boşa proje üretemem ki, kaç proje üretebilirim. Ben aç değilsem proje üretebilirim. Bu da bana biri para verirse olur ancak. Lafa gelince herkes senaryo istiyor da karşılığı yok. En hayıflandığım konu bu açıkçası.

Sayfa Yükleniyor...