'Devlet Erbakan için tören düzenlemeyi hak etmedi'

Necmettin Erbakan son yolculuğuna uğurlanırken yazarlar da kalemleriyle onu bir kez daha selamladı. Kimi 28 Şubat döneminden onu sorumlu tuttu, kimi ise devletin onu hiç kabul etmediğini yazdı...

Yusuf Ziya Cömert (Yeni Şafak)

Erbakan'ı günlerce, haftalarca yazabilirim. Çocuk sayılırdık. Gözümüzü açtık, onu gördük.
Başka siyasileri görmedik mi, gördük. Ama en yakınımızda Erbakan vardı.
Milli Nizam Partisi kurulduğunda ortaokul birinci sınıftaydım. Lüleburgaz'da oturuyorduk. Sadece işitiyordum, çevremde konuşuluyordu. Beni ilgilendirmiyordu.
Çok geçmeden kapatıldı. Bu da o zamanlar benim için önemli bir şey değildi.

Milli Nizam Partisi'nin kapatılışıyla ilgili haberi radyodan dinlediğimi hatırlıyorum. Demek, hafızam burada bir şeylerin altını çizmiş.
Partinin açılışı, 'selamün aleyküm' havası içinde geçmiş. Kapatma kararında yazıyormuş. Öyle diyordu spiker.
'Selamün Aleyküm'. Yani bir esenlik, bir barış temennisi. Harika bir kapatma gerekçesi!
Yadırgadığımı hatırlıyorum. Bütün milletin birbirine alıp-verdiği selamın neresi mahzurlu görülmüştü acaba?
Allah'a şükür, partiyi kapatanların adı sanı silindi. Ama Erbakan, hiç unutulmayacak.

'Devlet' çok üzdü Erbakan'ı.
Hiç haketmediği halde, cezaevlerine yatırdı.
Oyunun kurallarını, sırf Hoca'yı engellemek için defalarca bozdu. Saadet hariç, kurduğu her partiyi kapattı.
Hoca, olağanüstü kondüsyonuyla, uğradığı her haksızlığın, her zulmün ardından, 'Bismillahirrahmanirrahim' deyip yoluna devam etti.

12 Eylül 1980'de, milletin verdiği oya silah zoruyla tecavüz edildiğini görmüştük. Birçoğumuz, 'bu iş bitti' diye düşünüyorduk. Demek ki verilen oyların bir anlamı, bir kıymeti yokmuş!
Hoca hiç oralı değildi. Hiçbir şey olmamış gibi, yeniden başladı.
Barajı geçemedi ama İsmet Özel'e 'Bize yüzde 6 derler' dedirtecek kadar oy almayı başardı.
28 Şubat'ta yeniden zulme uğradı.

Cunta, millete ihanet etti. Adalet, yargının pek umurunda değildi, Cunta sarhoşuydu, 'mütecaviz'in tarafını tuttu. Ve Erbakan'ın partisini yeniden kapattılar.
Yetmedi, Hoca'yı mahkum da ettiler.
28 Şubat'ın 'artist'leri şimdi ne yapıyorlar acaba?
Bilmiyorum. Umurumda da değil.
Hepsi ıskarta. Hepsinin isimleri kaybolup gidecek.
İsimleri kalan üç beş 'sözde sivil'in yüzlerindeki 28 Şubat lekesi hiç silinmeyecek.
28 Şubat'ta 'demokratik sicil'ini bozan Demirel.
'Durum'dan 'vazife' çıkaran Ecevit.
'Durum'u fırsat bilen Yılmaz.
Erbakan'ın çıktığı 'şeref kürsüsü'ne hiçbir zaman çıkamayacak.
Zincirbozan'da beraber olmuş olabilirler, ama milletin vicdanında hiçbir zaman beraber olamayacaklar.

Devlet, çok üzdü Erbakan'ı.
'Gelme' dedi. 'Seni istemiyorum' dedi. O, dinlemedi. 'Senin, beni istememeye hakkın yok, buna millet karar verir' dedi ve yürüyüşünü sürdürdü.
Gelmesin diye yasaklar koydu, kurallar koydu.
Hoca, 'Ne biliyorsanız yapın, ister maçın başında, ister içinde, ister sonunda kural değiştirin, ben varım' dedi ve oynadı.
'Hakem oyunları' ya da 'Hakim oyunları' olmasaydı, 'Zabitan' burnunu sokmasaydı belki de hiç kaybetmeyecekti.
Milletin verdiği oyların bir kıymeti olabileceği de, onun o ısrarlı, kararlı yürüyüşü sayesinde anlaşıldı.
Hülasa-i kelam, devlet çok üzdü Erbakan'ı.
Bu yüzden devlet, Erbakan için tören düzenlemeyi haketmiyor.

İsmet Berkan (Hürriyet)

Bugün İstanbul’da toprağa verilecek olan Necmettin Erbakan’ı ve onun siyasi mücadelesini bir köşe yazısına sığdırmak imkansız.

Onu ve temsilcisi olduğu siyasi akımı sevmeseniz de, bence bir hakkı teslim etmek gerek: Erbakan uzun yılların mücadelecisiydi ve bu mücadelesiyle de Türk siyasetine ciddi anlamda damga vurdu.

Baktığınızda, 40’lı yıllarda İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuyan ve mühendis çıkan bir kuşak pek çok bakımdan ’de belirleyici oldu. Bu kuşaktan siyasetçiler, devlet adamları, yüksek bürokratlar ve işadamları çıktı.
Necmettin Erbakan da, aynen Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi (ve nice başkaları gibi) o kuşağın mensuplarındandı. O sebeple de yolu sık sık Turgut Özal’la da, Süleyman Demirel’le de kesişti.
Aynı kuşağın mensuplarından Korkut Özal’ın bir iddiası var: 1969 milletvekili genel seçiminde Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, eski dostu Necmettin Erbakan’ı milletvekili adayı yapsaydı, belki de ‘Milli Görüş’ün ilk partisi olan Milli Nizam Partisi hiç kurulmaz, böyle bir bağımsız siyasi akım olmazdı.
Tabii tarihte geri gidip öyle değil de böyle olsaydı diyemeyiz, o yüzden Korkut Özal’ın iddiası bana ne kadar geçerli gözükürse gözüksün, sonuçta bir fantezi.

Nazlı Ilıcak (Sabah)

Türkiye'deki İslâm anlayışının Arap ülkelerindeki gibi radikalleşmemesinin, uçlara savrulmamasının farklı sebebleri var. 1950'den beri demokrasiyle yönetilmenin ve hiçbir zaman yabancı bir ülkenin sömürgesi olmamanın yanı sıra, Necmettin Erbakan'ın Milli Görüş hareketi.
Başka ülkelerin boyunduruğu altına giren Müslüman devletlerde, ister istemez İslâm, ulusal kurtuluş mücadelesi içinde yoğunlaşıyor; Batı düşmanlığı derinleşirken, şiddet gündeme gelebiliyor. Evet Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde sömürgeleştirilmedi. Ama, gene de eğer Erbakan, kitleleri meşru demokratik zeminde tutmasaydı, İslâmcılık daha radikal bir çizgiye kayabilirdi.
Türkiye, 1950'de kansız, darbesiz ve hilesiz iktidar değişikliğini başardı. "İslâmcılar", o tarihte Demokrat, sonra da Adalet Partisi'ne oy verdi. Erbakan da, aynı çizgiyi devam ettirip, Adalet Partisi bünyesinde siyaset yapmak istedi ama, Süleyman Demirel'in vetosuna uğrayınca Konya'dan bağımsız aday oldu ve seçildi. Konya'daki bir yurttaş, kendisine, "Bir çiçekle bahar olmaz" dediğinde, o, "Ama her bahar önce bir çiçeğin açmasıyla başlar" cevabını vermişti. Öyle de oldu. Milli Görüş mayası tuttu. Kapatılıp ad değiştiren partiler, seçmenden hep teveccüh gördü.
1979'da İran devrimiyle Humeyni'nin başa geçmesi ve İslâm Cumhuriyeti'ni kurması, dünyada bir dalgalanma yarattı. 12 Eylül 1980 sonrası, Milli Selâmet Partisi'nin de kapatılmasıyla, insanlar, derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Milli Görüş gençliği, İran örneğini de göstererek, "Bu iş sandıkla olmuyor, devrim yapmalıyız" demeye başladı. Ama Erbakan, bu çağrılara kulaklarını tıkadı; Refah Partisi'ni kurdu; iktidar kavgasını hiçbir zaman yasadışı bir çizgide yürütmedi. Sistem onu dışlamaya çalıştı fakat, o, demokratik sistemin bir parçası olarak kalma ısrarını sürdürdü.
Bence Versace marka çok renkli kravatlarıyla, "Müslüman modern olabilir" mesajını vermek istiyordu. Eğer Erbakan kravat takmasaydı, belki de Arap ülkelerinde benzerlerini sıkça gördüğümüz kravatsız siyaset adamlarıyla karşı karşıya kalacaktık. Başörtüsü kavgasına, bir ihtimal, "kravat kavgası" da ilave olacaktı.

Can Dündar (Milliyet)

Gazeteciliğim onunla geçti. Ama birebir konuşma imkânını ancak 2,5 ay önce bulabildim.
Babam ölmüştü.
Telefonda, “Başınız sağolsun muhterem kardeşim” diye lafa girdi.
Zihnimde, 30 yıllık bir ince sesti.
İlk ve son konuşmamız o oldu.
* * *
70’lerin sonlarında mizah yüklü basın toplantılarını ve neşeli bütçe konuşmalarını izlemeye giderdim.
Sonra onu 12 Eylül’de Mamak’ta izledim.
Meclis’teki kadayıflı keyfinden eser kalmamıştı.
Duruşma salonuna siyah bond çantasıyla gelmişti.
Yan yana sıralandılar:
Recai Kutan, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk... vd.
Salon doluydu. Dışarıdan, talim yapan askerlerin sesi geliyordu. Hepimiz Hoca ne diyecek diye bekliyorduk.
Mikrofona geldiğinde, herkese olduğu kadar saygılıydı mahkeme heyetine de... Vaaz verir gibi uzun cümlelerle savunmuştu kendini...
* * *
Her muhtırada ya sürüldü ya hapsedildi ya yargılandı Erbakan...
Hep şeriatçılıkla, cihatla suçlandı; hep reddetti.
Cemal Süreya onun bu temkinliliğini “Kaleci Cihat’ı bile görmezlikten gelir” diye özetlemiştir.
Her darbede alttan aldı; her darbe sonunda üste çıktı.
Türk demokrasisi, sistemin onu içine çekmekle, dışına itmek arasındaki gidip gelmelerinden ibarettir dense yeridir.
Bir MSP’linin tabiriyle; “lastik gibiydi Hoca”; her darbede ezildi sanılıyor, bırakıldığında eski haline gelip yeniden büyümeye başlıyordu.
28 Şubat’ta Anıtkabir’deki defteri imzalarken döktüğü terler, bana 12 Eylül duruşmalarındaki hallerini hatırlatmıştı.
Zaten bende, hayatı boyunca sevmediği kıyafetler içinde, inanmadığı metinleri imzalamış, lafını seçmeden konuşabileceği günler için bunlara katlanmış bir lider izlenimi bırakırdı.
* * *
Siyasal kilitlenmelerin anahtarını belinde taşımaktan hem nemalandı, hem de bu, ona pahalıya patladı.
Yıllarca dışlanmış mütedeyyin orta sınıfın dini hissiyatı ile milli hassasiyetini iktidara taşıdı.
Bundan dolayı kimi ona şükran, kimi öfke duyuyor:
Siyasal İslam’ı legalize etti diye müteşekkir olan da var; “Cumhuriyet’in altını oydu” diye kızan da...
Kimin haklı olduğuna tarih karar verecek.
Ben, şimdilik beni etkileyen özelliklerini yazayım:
41’inde evlendi; 42’sinde baba oldu, 70’inde Başbakan koltuğuna oturdu. Hep geç kaldığı ve dışlandığı halde, her devrilişinde inatla yerden kalkıp en baştan başlamayı bildi.
Sapması olmayan, kesintili bir yol çizgisi gibiydi hayatı:
Selamet... Fazilet... Saadet... Cennet?
Sollayanlar önüne geçip iktidar oldular; istifini bozmadı.
Hastanedeki son görüntüsü, siyasetin siyasetçiyi hayata bağlayan bir yaşam ünitesi olduğunu kanıtlıyordu sanki... Konuşmaya mecali yoktu, ama iktidara yürüdüklerini söylüyordu. Siyaset, evvela hayal etmek ve hayaline bizzat iman etmekti.
Asıl etkilendiğim, öldüğünde başucunda olan kadroydu. Yan yana sıralanmışlardı:
“Recai Kutan, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk... vd.”
Bir mücadeleyi 50 sene aynı kadroyla omuz omuza sürdürebilmek, pek az lidere kısmet oldu.
Hele “Bizden kopan iktidar oluyor” görüntüsünün olduğu yerde...
Hoca’yı bu özellikleriyle ve galiba en çok da nüktedanlığı ve mizaha tahammülüyle özleyeceğiz.
Allah rahmet eylesin!

Sayfa Yükleniyor...