'Hepimiz İbo'yuz'

Köşe yazarları İbrahim Tatlıses'e  yapılan saldırıyı yazdılar. Ertuğrul Özkök: Ha Gayret İbo Yırtacaksın, Yılmaz Özdil: Hepimiz İbo’yuz, Mehmet Barlas: İbrahim Tatlıses kuşaklardır bizi farklı dünyalara taşıyor, Reha Muhtar: Türkiye'nin Frank Sinatra'sı...

Beyaz TV'de yaptığı program çıkışında silahlı saldırıya uğrayan İbrahim Tatlıses, halen hastanede yoğun bakımda tutuluyor.


Tatlıses'e yapılan silahlı saldırı gündeme otururken, bugün de gazetelerde geniş yer buldu.

Köşe yazarları da Tatlıses'e saldırıyı yazdılar.

HA GAYRET İBO YIRTACAKSIN

Ertuğrul Özkök-Hürriyet

Bir milletin ferdi olmak işte böyledir.

Televizyonda bir “Son dakika” yazısı görürsünüz, bir altyazı gelir.

İçiniz burkulur.

“Bir insanın” hayatınızdan çıkma ihtimali o an aklınıza gelir.

O ihtimal bir yanından size de dokunur.

Dokunmak da ne, hüngür hüngür sarsar.

Çünkü o ihtimal biraz daha tenhalaşmaktır, azalmaktır.

Yalnızlaşmaktır.

İşte o an içinizden sessiz bir dua yükselir.

“Allah’ım ona yardım et...”

* * *

İbrahim Tatlıses’in vurulduğunu öğrendiğim an böyle bir haldeydim.

Önce “İbo’dur. Gelir başına böyle adliye vakaları” deyip geçiştirdim.

Kim bilir kaçıncı defa deyip kafamdan zapladım.

İş ciddileşmeye başladı.

“Uzun menzilli tüfek” lafları geldi. “Başından vurulmuş” dendi. “Yoğun bakım” dendi.

Birden hayatımızdan çekip gitme ihtimali belirdi.

İhtimal maymuncuğa dönüştü. Arşivin kapısı açıldı.

Tanıdık sesler birbiri ardına düştü.

“Ayağımda Kundura”, “Sabuha”, “Mavi Mavi”, “Saza Niye Gelmedin...”

Uzun havalar; “Kara gözlüm muradı böyle...”

Bir milletin 30 yılının şarkıları, bir milletin yüreğine hicretin ayak sesleri...

Her birinde bir hatıra, bir çentik...

Kiminde hafif bir gülümseme, kiminde uzun, çok uzun bir havanın hüznü.

Ve her adımda biraz daha büyüyen bir halk çocuğu efsanesi.

Ayağında kundura, inşaat ameleliğinden başlayıp; en tepelere, sahne ışıklarına, özel uçaklara, en güzel kadınlara yolculuk.

Kendi kumaşını kendi biçmiş, kendi provasını kendi yapmış, kendi söküğünü kendi tamir etmiş, kendi kendinin terzisi bir halk çocuğu.

Ameliyatı devam ediyordu.

İçimdeki ses dedi ki, “Otur yaz”.

Beynindeki kurşuna karşı savaşını kaybetme ihtimaline değil.

Ona inat, “Aramızda kalması, yaşaması ihtimali için yaz”.

Rötarsız bir yazı olsun, arkasından yazma ihtimaline kalma.

İbo yaşamalı.

Çünkü söyleyecek daha çok şarkısı var.

Ağlatacak, güldürecek, kadeh kaldırtacak, eğlendirecek, konuşturacak.

Kızdıracak da...

Daha söyleyeceğimiz çok şey var ona.

Çünkü milletin ferdi olmak böyle bir şeydir.

Sevdireceksin de, kızdıracaksın da...

Ağlatacaksın da, güldüreceksin de.

* * *

Bir milletin ortak çocuğu olabilmek işte böyledir.

Karşıdaki duvara bakarsınız.

O duvardan bir tuğlanın daha çıkma ihtimali sizi sendeletir...

Çok iyi bilirsiniz ki, o tuğlanın bırakacağı büyük boşluk, kalbinizdeki boşluğunun yanında iğne deliği gibi kalır...

O delikten bakar ve görürsünüz.

Hem Türk’ü, hem Kürt’ü ağlatan, güldüren, birlikte söyleten sevecenliği görürsünüz.

Hem Türk’ü, hem Kürt’ü sinirlendiren hoyratlığı da.

* * *

Yaşamalı.

En “İbo” haliyle yaşamalı.

Çünkü şimdi tam yaşamanın zamanı.

Çünkü artık birlikte şarkı söyleme mevsimimiz geliyor.

Çünkü o günlerin rakipsiz tenoru İbrahim Tatlıses’tir.

Ha gayret İbo; Şanlıurfa dua ediyor; Diyarbakır dua ediyor.

İzmir, Ankara, Tekirdağ, Trabzon; Edirne’den Kars’a bir millet dua ediyor.

Yırtacaksın.

Ne diyordun İbo Show’da yıllar önce:

“Çağrılan yere erinme

Çağrılmadıysan görünme...”

HEPİMİZ İBO’YUZ Yılmaz Özdil Hürriyet

İbo’yu niye vurdular?

Anlatayım...

*

Uçak işine girdi, hava taksicisi oldu.

Kebapçı zinciri açtı.

Tekstilci oldu, gömlek dikiyor.

Turizmci oldu, otel işletiyor.

Televizyon işine girdi.

Radyocu oldu.

Gazete çıkardı.

Lahmacuncu oldu.

Bi ara siyaset işine girdi.

Manken ajansı kurdu.

Müteahhitlik yaptı.

Piyangocu oldu, Kuzey Irak’ta.

Yoğurtçu oldu, Almanya’da.

Çiğköfteci açtı.

Petrol taşımacılığı işine girdi.

Tankercilik yaptı.

Özel güvenlik şirketi kurdu.

Düğün-sünnet organizasyonu yaptı.

Peynir fabrikasına ortak oldu.

Sosyal tesis işine girdi.

web tasarım şirketi kurdu.

Catering işine girdi.

Otobüsçülük yaptı.

Fotoğraf stüdyosu açtı.

Büfe işine girdi.

Hayvancılık yaptı, çiftlik aldı.

*

Hep para kaybediyordu.

Bu defa canını kaybedebilir.

*

İbrahim Tatlıses’i İbrahim Tatlıses yapan mesleği, meslek olarak görmüyor çünkü.

*

İlla başka iş yapacak.

*

’de “ekonomik” sebepler yüzünden başına felaket gelen girişimci tiplerine tek tek bakın... İddiayla söylüyorum, yüzde 99.9’u işinden başka işlerle iş tutmaya kalktığı içindir.

*

Müteahhit tekstilciliğe başlıyor, tekstilci kuyumculuğa dalıyor, kuyumcu turizme soyunuyor, turizmci müteahhitliğe özeniyor. Avukat köşe dönmek için restoran açıyor, doktor voli vurmak için dozer ithalatı yapıyor, tıbbi cihaz işine giren gazeteci var. Geçenlerde bi vatandaş yakaladı sokakta, matbaasına aldığı krediden batmış, faizleri şikâyet ediyordu, necisiniz dedim, arkeolog çıktı, komşusuyla ortak olmuş, komşu emekli albay... Hastalığımız bu bizim.

*

Hepimiz İbo’yuz.

*

Ve, sanırım o nedenle kafadan vurdular... Ki, belki dank eder.

İBRAHİM TATLISES KUŞAKLARDIR BİZİ FARKLI DÜNYALARA TAŞIYOR... Mehmet Barlas Sabah

Kuşaklar boyu şarkıları ile türküleri ile bizi gerçek dünyadan kopartıp müzik okyanusunun rüzgârına yelkenlerimizi açtıran büyük sanatçıların yaşamımızdaki ağırlıklarını, onların başına bir şey geldiği zaman tam anlıyoruz.

İbrahim Tatlıses de bu sanatçıların önde gelen bir temsilcisidir.

Bundan 38 yıl önce "Ayağında kundura ile" sesini duyduğum günden bu yana ne söylediyse dinledim, çıkardığı her albümü aldım.

Ben onu Anadolu ile Mezopotamya kültürlerinin izdüşümündeki eşsiz bir yorumcu olarak dinledim. "Fırat"ı da "Akdeniz Akşamları" nı da aynı coşku ile söylerken, nehrin de denizin de sularının sesini duyar gibi oldum.

"Yakamoz"u Ahmet Kaya ile birlikte söylerlerken dinledim onları.

"Urfa sana küsmüş/ Haberin olsun"da Harran'ın esintileri, "Etek sarı/Sen etekten sarısın"da Malatya kayısısının lezzeti, "Be nankör kedi/ İnsan bir şey söyler"de ayrılıkların feryadı vardır.

Türkü gibi şarkıda da farklı

"Yağmurla Gelen Kadın" albümünde Sadettin Kaynak'ın iki şarkısına hayat vermişti.

Muhayyer "Batan gün kana benziyor"u da, Karciğar "Kara bulutları kaldır aradan"ı da, sayısız sanatçıdan dinledim.

Ama İbrahim Tatlıses başka bir âleme taşımıştı bu iki şarkıyı.

Hep onun sınırları aşan etkisini düşündüm.

İbrahim Tatlıses buralı olmasaydı, yine dinler ve severdik onun sesini ve yorumunu.

İsrail'li sanatçı Yasmin Levy'le düet yaparlarken bunu yine hissetmiştim.

O bir şarkıyı veya türküyü söylediği zaman, o şarkı veya türkü artık onun adıyla anılır hale gelir.

"Farklı üslup" herhalde budur.

Magazin basınına ya da polisiye haberlere yansıyan onunla ilgili olayları hatırlamak istemiyorum.

Şöhret taşıması kolay olmayan bir tatlı beladır.

Victor Hugo'ya göre şöhret başarının safrasıdır.

Başarıyı taşımayı zorlaştırır.

Domdom kurşunu değdi

Bu satırları yazarken İbrahim Tatlıses'in durumunun kritik olduğunu açıklıyordu doktorları.

Onun türkülerini koydum disk çalarıma.

O söyleyince susar ve dinlerim sadece...

"Kaşların arasından domdom kurşunu değdi

Bir avcı vurdu beni bin avcı yedi beni

Ah dedim ağladım, yaramı dağladım

Eğdi yar boynun eğdi, Allah kerimsin dedi

Hançer yarası değil domdom kurşunu değdi"

Kendi yaptığı patlıcan kebabını elleriyle ikram ettiği günleri yine yaşamak ümidiyle dinliyorum onu.



TÜRKİYE'NİN FRANK SİNATRA'SI İBRAHİM TATLISES YAŞAM SAVAŞI VERİYOR... Reha Muhtar-Vatan

Ankara’nın ünlü “Baba”larından İnci Baba‘nın bir düğünüydü, onunla TRT’deki bir televizyon programı için kameramanımla editörümün röportaj yaptığı ilk buluşma...

Ünlü “Kabadayı”ların “Baba”ların sofrasında otururdu her zaman...

O dünyalarla, ilginç bir gönül bağı vardı bu belliydi tavırlarından...

Dünyayı bilmeyenler, hayatı tanımayanlar onu “ara sıra kadınları döven, kaba saba bir magazin figürü” olarak gördüler...

Onu 1996’nın 15 yıl önce tam bu günlerinde Hürriyet gazetesinin 9. katındaki SHOW TV’de Ateş Hattı programına çağırmıştım...

Gece 11’de başlayan program 01 gibi bitti...

Rahmetli Ufuk Güldemir‘in SHOW’a gelirken bana özel yaptırdığı camekan kaplı bir odam vardı...

Canlı yayının yapıldığı açık stüdyonun hemen çaprazında...

Yayından çıktık, on metreye yürüyüp odama geçtik...

Çalışma masasının üzerinde bir viski açtım;

-“Ben viski içmeyim” dedi...

-“Ne içersin dedim...”

-“Rakı içeyim” dedi...

O saatte rakı buldurduk bir yerlerden...

Sohbetin dibine vurduk...

Sohbet biter gibi olduğunda saat 6.30 olmuştu...

Gün ağırmıştı...

Delidolu, sert ve acımasız görünürken, gözyaşlarını sınırsızca akıtmaktan çekinmeyen, kadınları hep dövüyormuş gibi görünürken, aşkları için deli divane olan, her tür çapkınlığı yapar kadınları aldatırken, kadın intikamlarının acımasızlığında, acılar içinde öksüz haykırışlarda hüngür hüngür ağlayan bu adam bana hep Türkiye’nin Frank Sinatrası olarak geldi...

***

“Asla Özür Dilemeyen Bir Dago (İtalyan): Frank Sinatra” isimli çalışmasında Dilek Dallıağ, Kity Kelley‘in His Way (Onun Yolu) isimli kitabına referans yaparak şunları yazar Frank Sinatra için:

“Annesine düşkünlüğünden mafya ilişkilerine, kumarhane lisansı alış hikâyesinden Beyaz Saray’la olan ilişkisine, Başkan Kennedy‘yle tanıştırdığı kadınlardan, Elvis Presley‘ye duyduğu nefrete kadar, Sinatra’nın yaşamına ait her şeyin anlatıldığı kitap okuyucuya bilinenlerin dışında bir Sinatra portresi çiziyor.

***

Hezeyanlarla dolu karakterine, film ve müzik dünyasına adını yazdıracak kadar çok yönlü yetenekler sığdıran, fırtınalı aşklarıyla gazete baş sayfalarından inmek bilmeyen, her gün iki paket Camel sigarası tüttürecek, bir şişe Jack Daniel’s içecek kadar sağlığına boş vermiş, anne tarafından bütün yakın akrabaları Sicilyalı olduğundan mafya ile sıkı ilişkiler içinde olan...

Hatta onlar adına kuryelik yaparak, gangsterlerin ayağına kadar çantalarla para taşıyacak kadar vurdum duymaz olan...

Bir ağız dalaşıyla New York’un o dönem en büyük iş adamlarından birinin kafasına telefon vurarak kötürüm bırakacak kadar acımasız, hiç tanımadığı hasta çocukların tedavilerini, sakat gençlerin protez giderlerini karşılayacak kadar yufka yürekli biri... Hayatında hiç “özür dilerim,” “teşekkür ederim” demeyen bir nobranlık içinde olan, Kennedy, Johnson, Ronald Reagan gibi başkanların yatak odalarına girebilecek kadar Beyaz Saray’la içi içe birisi...

FBI kayıtlarında dünyada başka hiçbir sanatçının olmadığı kadar çok dosyası olan...

Hayatını kendine vakfetmiş en yakın dostlarını bir kalemde silip atabilecek kadar vefasız...

Çaptan düşmüş eski bir sahne arkadaşının programına, en zirvede olduğu dönemde hiç ücret almadan çıkacak kadar vefalı olan...

Bir toplantı sırasında ‘Amerikan müziğinin içine ettin’ diyerek Ahmet Ertegün‘e saldıracak kadar kavgacı...

Ava Gardner‘ı adeta bir köpek gibi çılgınca seven, Ava’nın bir hiddet anında parçaladığı bir resmini toplamaya çalışırken, iki gözü iki çeşme ağlayan... Bir türlü bulamadığı resmin bir parçasını bulan

pizzacı çocuğa 30.000 dolarlık saatini armağan edecek kadar tuhaf...

Ölürken son nefesinde “Kaybediyorum” diyecek kadar kaybetmeye alışık olmayan bir “Dago” (İtalyan): Frank Sinatra...

Hiç Bitmeyen Aşkı; Ava Gardner...

Frank Sinatra, dört evliliği ve hayatında geçip giden birçok kadın arasında birini iflah olmaz şekilde sevdi...

Evlenip ayrıldığı ve hiçbir zaman sahip olamadığını düşündüğü Ava Gardner, onun ilahıydı...

Sinatra’nın evinde, altında devamlı mum yanan dev bir Ava tablosu vardı...

Besteci Jule Styne’ın anlattığına göre Ava Gardner’ı adeta bir köpek gibi çılgınca seven Sinatra bir hiddet anında Ava Gardner’ın resmini paramparça ettikten sonra pişman olmuştu, parçaladığı bir resmini toplamaya çalışırken, iki gözü iki çeşme ağlayarak, bir türlü bulamadığı burun kısmını açtığı kapının rüzgarıyla uçurarak bulan pizzacı çocuğa 30.000 dolarlık saatini armağan etti...

***

Gençliğin çapkınlık anlatımlarındaki yorgunluk bilmeyen Eros, hiç kuşkusuz, bu iki kışkırtıcı (Don Juan ve Kazanova) ve aşkınlaştırılmış figüre özenmenin ürettiği öykülemelerdir. Ama bu tahayyül, bırakın ihtiyarlamayı, daha orta yaşlarda gerçekliğin içinde algılanır ve genellikle yıkıma uğrar: Bir olanaksızlıktır...

Ne var ki Don Juan ve Kazanova, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, hala erkeklerin ve hatta, feministlerin öfkelerine muhatap olacağımı bilerek söylüyorum; bazı kadınların da idolüdür...

Kadın zihniyetinin tarihini erkek zihniyetinin tarihinden koparmanın olanağı yoktur çünkü...

Tahakküm ilişkilerinin içinde olduğu kadar iletişim ve rıza ilişkilerinin içinde de oluşmuştur bu iki zihniyet biçimi...”

***

Bu satırları okurken ne kadar İbrahim Tatlıses buluyorsunuz, o kadar Frank Sinatra’dır Tatlıses...

My Way, Strangers In The Night veya Newyork Newyork...

Ya da Akdeniz Akşamları, Mavi Mavi veya Bebeğim...

Hayatı bilenler, dünyayı yeterince tanıyanlar Anadolu’nun Frank Sinatra’sını, züppece tavırlarla küçümsemezdiler...

Onu tanıdığım günlerden epey sonra sezmiştim, nota bilmeyen Sicilya kökenli bariton Sinatra’yla, “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik” diyen tenor Tatlıses arasındaki muhteşem benzerliği...

Can savaşı veriyor şu anda kafasının arkasından girip alnından çıkmış kurşunun acısıyla...

Haberleri bırakmış, atv’de öylesine bir televizyon programı yapacaktım...

İbo Şov’u atv’de yaptığı günlerdi...

Alelacele beni programa canlı yayına çağırdı...

“Usta; bizim programın hemen arkasından bu kanalda televizyon programına başlayacak” diyordu...

Deli dolu haykırışlardan, ancak çok ince insanlarda varolabilecek duyarlılıklara sahip olacak geniş bir yelpazede vals yapıyordu...

Şimdi bu sıfatı onun için kullanmanın zamanıdır...

“Usta” can çekişiyor...

Sayfa Yükleniyor...