İnternet çağında okumaya çalışmak

Değişen sadece zihinler değil. Olup bitenler, okuma alışkanlıklarımız kadar okuduğumuz içeriğin üretimini de değişime zorlayabilir.

İnternet çağında okumaya çalışmak

Onur KESEN'in bu yazısı, Nisan 2010 tarihli NTV BLM dergisindeki 'Forum' köşesinden alınmıştır.

Teknolojinin geldiği noktada birkaç saatte maruz kaldığımız bilgi miktarı, birkaç yüzyıl önce insanların ömürleri boyunca karşılaştıkları oranla aynı. Dahası, bu okuyup izlediklerimizi hatırlamamız gerekmiyor. Gerekli alet edevata sahip olduğumuz sürece birkaç tuşa basarak hepsine yeniden ulaşmak mümkün. İnsan kendine sormadan edemiyor: Acaba bu gelişmeler okuma, algılama ve düşünme şeklimizi nasıl etkiliyor?

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi buralarda da çok popüler olan kısa mesaj, e-posta gibi teknolojiler, 140 karakterle sınırlı Twitter gibi hizmetler, başta bloglar olmak üzere yeni medyayı temsil eden web siteleri, çoğumuzda birkaç paragrafı aşan içeriklere karşı önyargı oluşturdu. Uzun bir metni sonuna kadar okumak artık eskisinden daha zor. İçeriğin ışık hızıyla yenilendiği, tüketimi kolay minik lokmalar halinde sunulduğu bir çağda aksi de düşünülemezdi zaten. Yine de, birkaç yıl öncesine kadar böyle yaşamadığımızdan bunun getirdikleri kadar götürdükleri de olmalı.

Kendimden örnek vereyim: Yoğun bir şekilde web üzerindeki kaynakları okumadığım zamanlarda, farkına bile varmadan haftada en az bir kitap okurdum. Şimdi bu ritmi tutturmak için çabalamam gerekiyor, çünkü sıkılıyorum. Birden fazla kitabı parça parça okumaya çalışıyorum, tıpkı internette bir şeyleri okurken yaptığım gibi. Kendime kurallar koyuyorum. Takip ettiğim blogların sayısını ya da sadece internetten yapabildiğim okumaların süresini sınırlıyorum örneğin. Ama ne yaparsam yapayım, özellikle zaman ve emek isteyen basılı materyalleri okurken kendimi kısmen de olsa zorlamam gerekiyor. Mesele, anlamlı şekilde sıralanmış harfleri okumaksa muhtemelen eskisinden daha çok okuyorum. Ne yazık ki, daha çok okumam daha kaliteli okuduğum anlamına geliyormuş gibi hissetmiyorum.

Okurmuş gibi yapmak
Peki, bir metnin bulunduğu ortam o metni gerçekten “okumak” adına ne kadar önemli? Bunu test etmek için, batıda “Google Jenerasyonu” olarak adlandırılan, 1993’ten sonra doğmuş kuşağın alışkanlıklarına bakabiliriz. Bu yaş grubu, deyim yerindeyse internetin içine doğdu ve okuma-yazma eylemini ekran üzerinden yapmayı geleneksel formata tercih ediyor. Öyle ki, çok büyük bir kısmı arama motoru dışında bir araştırma yöntemi kullanmayı bilmiyor. Belki üniversite öğrencileri, büyük ihtimalle okullarının zoruyla kütüphaneleri kullanıyor, ama bu oran da giderek düşüyor. Çünkü ihtiyaçları olan üstünkörü bilgiye arama motorları aracılığıyla ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla, basılı materyalleri okumak gitgide bir tercih meselesine dönüşüyor.

2008’de UCL (University College London) tarafından İngiltere’de yapılan bir araştırmanın sonuçları, geçmişe göre bazı ciddi farklılıklar olduğunu söylüyor. Dergi makaleleri, e-kitaplar vb. araçlara ulaşılabilen iki popüler araştırma web sitesinde beş yıl boyunca kayıtlı kullanıcıların davranışlarının incelendiği araştırmaya göre, kullanıcılar metinleri okumak yerine hızlı bir şekilde gözden geçirerek metinden metine atlıyor ve nadiren daha önce atladıkları bir metni okumak için geri dönüyorlar. Sonuç olarak, yapılanın geleneksel anlamda okumak değil de, “okurmuş gibi yapmak” olduğu kanısına varılıyor.

Söz konusu web sitelerini, sadece bu yaş grubu, yani öğrenciler değil, aralarında eğitimcilerin ve akademisyenlerin bulunduğu geleneksel araştırma yetilerine sahip kişiler de kullanıyor. Ancak, neredeyse bütün kullanıcıların hiçbir metni tam olarak okumadığı görülüyor. Dolayısıyla, eğer ortada bir sorun varsa, bu sadece bahsi geçen kuşağın değil, genel olarak bütün kullanıcıların yaşadığı bir sorun. Entelektüel sabırsızlık hepimize sirayet etmiş durumda.

Değişen zihin
Yapılan deneyler, ideogramlar (resim yazı) içeren Çince, Japonca kullananların bize kıyasla farklı bir zihin haritası kullandığını ortaya koyuyor. Bu durumda, basılı materyal okumaya alışan zihinlerle, ekran üzerindeki metinleri okumaya alışan zihinler arasında benzer bir farktan söz etmek mümkün. Hem de, yaştan bağımsız olarak. Genel kanının aksine, beynimiz yetişkin hale gelince gelişimini durdurmuyor, ileri yaşlara kadar değişmeye devam ediyor. Kısacası beyin, kendisini yeniden düzenleyebilir, işlevlerini yeni araçlar için tanımlayabilir esneklikte.

Üstelik, Friedrich Nietzsche de böyle düşünüyor. 1882’ye doğru Nietzsche’nin gözleri yanmaya, acımaya başlıyor. Filozof, önündeki sayfaya odaklanmakta güçlük çekiyor, buna rağmen yazmakta ısrar ettiğinde başı ağrıyor. Buna bir çare olarak, yeni icat edilen daktilo öneriliyor kendisine. Malling – Hansen marka daktiloya alışmak biraz zahmetli oluyor ama sonunda Nietzsche klavyeyi tanıyor, gözlerini kapatarak yazabilir hale geliyor. Sorun böylece çözülüyor, düşüncelerini ilk seri üretim daktiloyla kayda geçirmeye başlıyor.

Bir süre sonra, arkadaşlarından biri, makineden çıkan yeni yazılara bakarken bir tuhaflık olduğunu fark ediyor. Nietzsche’nin yazı stili bu makineyle daha da özlü bir hal alıyor; bazı yerlerde telgraf metinlerini andırıyor. Arkadaşı, bir mektupta “Yazı aracı insanın yazı biçimini bu kadar etkileyebilir mi ?” diye soruyor Nietzsche’ye.

“Evet” cevabını veriyor Nietzsche, “Yazı araçlarımız düşüncelerimizi etkiler”. Gerçi filozof, yaklaşık altı hafta ve elli sayfadan sonra, nedendir bilinmez, daktilodan vazgeçiyor. Nietzsche’nin ürettiği yazıları inceleyen Friedrich A. Kitler, yazı makinesinin ardından filozofun argümanları bir kenara bırakıp aforizmalara, söz oyunlarına, kısa ve kesin saptamalara yönelen bir yazı tarzı geliştirdiğini söylüyor.

Remiks kültürü
Değişen sadece zihinler değil. Olup bitenler okuma alışkanlıklarımız kadar okuduğumuz içeriğin üretimini de değişime zorlayabilir. Daha önce internet üzerindeki, başta Wikipedia olmak üzere, kolektif çabaları bir çeşit dijital maoizme benzeterek dikkat çeken bilgisayar uzmanı Jaron Lanier, interneti bugünkü haliyle, okuyucuların ve izleyicilerin neyi nerede okuduklarını ya da izlediklerini hatırlamadıkları, bütün içeriğin ortak bir metine dönüştüğü bir yapı olarak tanımlıyor.

Bu, daha önce de yazıya dökülen bir teori. Ama Lanier bunu diğer teorisyenler kadar olumlu bulmuyor. Önümüzdeki on yıl içerisinde, şu anda kütüphanelerde durmakta olan milyonlarca kitap ve derginin dijital dolaşıma katılmasıyla bir yol ayrımına geleceğimizi düşünüyor. Lanier’e göre, eğer bu metinleri bütününden ayırıp, rahatça kesip biçebileceğimiz, yani “remiksleyebileceğimiz” bir arayüz yardımıyla kullanırsak, zamanla bireylerin kişisel üretimleri tarihe karışacak. Yazılıp çizilen her şey halihazırda var olan, asla bitmeyecek dev bir metnin, tek bir kitabın parçası olacak.

Bu karamsar teorinin en can sıkıcı yanı, gerçekleşmesi halinde süre sonra içinden bir şeylerin koparılıp alınabileceği bir üretimin kalmayabileceği ihtimali. İnsanlar uzun metinleri bir bütün halinde okumayı bırakıp, sadece kolayca tüketebilecekleri kısa metinlere yönelirse, uzun metinler yazmak için bir neden kalmayabilir. Alıcısı olmayan bir üründen hiç kimse gelir elde edemez çünkü. İnternette içeriğin fiyatlandırılması ve neyin bedava, neyin ücretli olduğunun net bir şekilde belirlenmesi, sırf bu nedenle bile, şimdi gözüktüğünden çok daha büyük bir önem taşıyor.

İhtimaller, ihtimaller...
Kitap okumaktan hoşlanmayanların popüler bir romanın içeriğini öğrenmek için başvurdukları bir yöntem vardır: O romandan uyarlanan filmi izlemek. Ama her gerçek roman okuyucusu bilir ki, bir romandan uyarlanan filmi izlediğimizde söz konusu romanı okumuş kadar olmayız. Sadece içeriği hakkında bir fikrimiz olur. İnternette okumak da biraz buna benziyor. İçeriği bir bütün olarak özümsemekten kaçınıp, şöyle bir bakıyoruz. Sıkılmaya gelemiyoruz. Bir tıkla sıkıntıyı sona erdirip, sıkılacak yeni bir konu arıyoruz.

Bu yazıyı internet üzerinden okumanız için yazsaydım, bazı bilgilere link vererek anlattıklarımı zenginleştirecektim. Ama bu “zenginleştirme” belki de benim cümlelerimi, ilginizi çekiyor olsalar dahi, okumayı bırakıp, verdiğim linktekileri okumanıza neden olacaktı. Sonra o yazıdan başkasına, sonra başkasına geçerek linkler aleminde kaybolacaktınız. Sonra e-postalarınıza bakacak, Facebook sayfanızı güncelleyecek ya da bugünlerde insanlar çevrimiçi olunca her ne yapıyorlarsa onu yapacaktınız. Üstelik neredeyse hiç gayret sarf etmeden, birkaç tıklamayla. Yazının icadından bu yana okumaktan kaçmak hiç bu kadar kolay olmamıştı.

Bitirirken kendimden bir örnek daha: Cep telefonundan önce, sıkça kullandığım bütün numaraları ezbere biliyordum. İtiraf etmeliyim ki, şu anda en yakın arkadaşlarımın numarasını bile bilmiyorum. On beş yıl önce sahip olduğum telefon numarası ezberleme yeteneğini, teknolojik bir gelişmeyle yitirmiş durumdayım. Benzeri bir zihinsel değişimin, özellikle kitaplarla kurduğum büyülü ilişkiyi bozduğunu düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyor.

Şimdi kendinize sorun. Hem istediğimiz kadar bilgiye ulaşmak, hem de bu bilgiyi gerektiği gibi içselleştirmek mümkün olacak mı? Yoksa gelecekte insanlar, içeriğin derinine inemeyen, yüzeydeki bilgi kırıntılarıyla beslenen yaratıklara mı dönüşecek?

Onur KESEN

Sayfa Yükleniyor...