Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım

Feridun Andaç'ın Emre Kongar'a yönelttiği sorularla  beyin fırtınası estirdiği “Herkesten Bir Şey Öğrendim” nehir söyleşi kitabı, İş Bankası  Kültür Yayınları'ndan  çıktı.

Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım

Prof. Dr. Emre Kongar, otuzu aşkın kitabın da yazarı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan yeni çıkan “Herkesten Bir Şey Öğrendim”i okurken öğreneceğimiz çok şey var. Kongar'la kitap üzerine 'kısa bir nehir söyleşi' yaptık: 

Bilim insanlarının pek tercih etmediği şekilde anlaşılır olmayı yeğlediğiniz için her şeyi çok anlaşılır kılıyorsunuz.
Büyük bir iltifat bu.

Bir biliminsanından beklenmeyecek derecede 'çoksatan' bir yazarsınız. Sanırım bu bir rekor olmalı: 2007’de çıkan 'Tarihle Yüzleşmek' kitabınız da 85 baskı yapmış.
98’de falan; 200 bin civarında şu anda. 100. basımın eli kulağındadır.

BEN ÇOK ŞANSLI BİR İNSANIM
Bir sosyolog, bir biliminsanı kitap yazıyor ve 200 bin okunabiliyor. Toplum olarak okuma konusunda bu kadar tembelken, siz okura ulaşabildiğinizi hissediyor musunuz?
Hissediyorum. Kitapların satış sayılarından çok, aldığım geri beslemelerden anlıyorum. Çağımızdaki internet ve özellikle elektronik posta ve benim çok kolay ulaşılabilir olmam, bana pek çok geri besleme getiriyor. Okurlardan, özellikle genç okurlardan aldığım geri beslemeler, mektuplar gerçekten ulaşabildiğimi gösteriyor. İnanılmaz geri beslemeler var; “Tarihe bakışımı değiştirdiniz”, hatta “Hayata bakışımı değiştirdiniz” diyen pek çok genç okurdan mektup aldım. Onun için hakikaten çok mutluyum. Ben çok şanslı bir insanım.

Okurlar da şanslı olmalı. “Herkesten Bir Şey Öğrendim” henüz piyasaya çıkmasına karşın elimdeki kitapta '4.baskı' yazıyor...
Aynı anda dört baskı yaptılar. Piyasaya verdikten beş gün sonra iki baskı daha yaptılar. Şu anda 6. baskı piyasada.

Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım  - 1

Siz, “Herkesten Bir Şey Öğrendim” diye tevazuda bulunurken, benim de gazetecilik öğrencisi iken sizden öğrendiğim ve anın bilincine varmakla ilgili hiç unutmadığım bir sözünüz var.  Einstein’in görecelik kuramından esinlenerek söylediğiniz, “Mutlu olduğunuz anlarda sık sık saatinize bakın ki, mutlu anlarınız uzasın”  sözünüzü pek çok insanla paylaştım. Size teşekkür borçluyum.
(Emre Hoca o anda saatine bakıyor.) Keşke bu anı sonsuzlaştırabilsek. Muhteşem bir şey bu. Herhalde bir insana, bir hocaya bundan daha güzel bir armağan verilemez.

İNSAN DEDiĞiN ÇOK TUTARLI BiR MAHLUK DEĞiLDiR
Kitapta kendinize karşı acımasız eleştirilerde bulunmuşsunuz. Bazılarının belki de “kaypaklık”, "tutarsızlık" olarak nitelendirebileceği -üniversitede sakalla ilgili tutumunuz-, yaşadığınız gelgitler başkaları tarafından pekala tutarsızlık diye nitelendirilebilir ama zaten siz kendi analizinizi de kendiniz yapıyorsunuz.
Öyle tabii. Ben hiç rol yapmam. Hele hele geçmişi anlatırken onu çarpıtıp kendime oradan prim çıkarmam. Yani hatalarımı gizleyip, başarılarımı abartmam. Veya tesadüflerin sonucunda elde ettiğim başarıları, kararlılığa falan bağlamam. Hatta hatta kendi tutarsızlıklarımı veya gelgitlerimi saklama ihtiyacı duymam; ben insanım. Hem de çok duyarlı bir insanım. Duygularımla aklımı dengelemek, benim için her zaman bir sorun ve amaç olmuştur. Çünkü zaman zaman duygularımın aklımı esir alma ihtimalinin çok yüksek olduğunu görüyorum. Ama bundan da hiç utanmıyorum; ben robot mobot değilim. Ayrıca ideolojik tutarlılık adına insan ilişkilerinin tek düzeleştirilmesine de fevkalade karşıyım. Yani benimle ideolojik olarak çok ayrı çizgilerde olan, hatta düşman olan birinin çok yakın dostu olabilirim, hatta ona aşık da olabilirim. Bunlar çok beşeri, çok insani şeylerdir. Ne hayatı öyle algılayan bir insanım, ne kendim öyleyim, ne de başkalarının öyle olmasını bekliyorum. İnsan dediğin mahluk, çok tutarlı bir mahluk değildir. 

EN SAPLANTILI OLDUĞUM NOKTA BU
Bu, toplumsal olayları okumanızda da size yol gösteren bir yaklaşım olmalı…
Bu çok, çok önemli bir şey. Benim hayatımın en önemli ilkesi bu; gerçekçi olmak. Yani tarihi doğru algılamaya çalışmak. Bir de günümüzde olup bitenleri doğru anlamaya çalışmak. Yani sevdiklerinizi aklamak, kızdıklarınızı suçlamak filan. Tamam, son tahlilde bunu yapalım. Aklanacakları aklayalım, suçlanacakları suçlayalım. Ama ondan önce, onların ne yaptıklarını iyi ya da kötü, doğru teşhis edelim. Benim en saplantılı olduğum nokta bu. Yani NTV’de Mehmet Barlas’la olan tartışmalarımızda da gerginlik anları buradan çıkar. Çevremi değerlendirirken de bana kızanlar buradan kızarlar. Yani bazen benimle farklı kamplardan olanlar hakkında iyi, güzel şeyler söylemem veya benimle aynı kamptan olanlar hakkında çok sert eleştirilerde bulunmam çok tepkiyle karşılanır. Ama ben buyum. Ben bunu hiç çekinmeden söylerim. Bunu yapmayanlara, bunu çarpıtanlara da kızarım.

DÜNYAYA BiR GÖREVLE GELDiĞiM KANISINDA DEĞİLİM
Feridun Andaç da sizi betimlerken "kuşaklararası diyalogcu'"ve “moralist” kavramlarını kullanmış. “Misyon” sözcüğünü sevmediğinizi de kitapta sık sık yineliyorsunuz...
Ben dünyaya bir görevle geldiğim kanısında değilim. Veya dünyaya geldikten sonra bana bir takım görevler verildiği kanısında değilim. Hele hele başkalarını kurtarmak, ülkeyi kurtarmak gibi böyle bir takım misyonlarım olduğu kanısında asla değilim. Ben bu konularda maalesef bir kader kurbanıyım.

Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım  - 2

Bunu bir yöntem olarak kullanmış olabileceğinizi düşünüyorum. Bir şeyi başkalarına misyon olarak sunmadığınızda onların sizden almaları daha kolay oluyor. Öğrencilerinizin anlattıklarınızı daha kolay, tepkisiz almaları için, kendi doğallığı içinde…
Bilmem... Ben öğrencilerime hep “Ülkeyi kurtarmayı bırakın, önce kendinizi kurtarın” derim. Çok net olarak bunu söylerim; “Önce adam olun bakalım” derim; "Önce kendinizi kurtarın, sonra kendinize bir görev biçiyorsanız, yapın” derim.

BİZİM EVDE DE ATATÜRK'ÜN ÖVÜLDÜĞÜNÜ HİÇ ANIMSAMIYORUM
"Yani o kadar doğaldı ki, Atatürk Türkiyesi, Cumhuriyet, çağdaşlık. Bu konularda evde hiçbir tartışma olduğunu filan katiyen anımsamıyorum. Bizim evde de Atatürk'ün övüldüğünü hiç anımsamıyorum, çünkü gerek yoktu; karşı görüşü, savunmayı, açıklamayı gerektirecek bir durum yoktu."

(Syf. 75)

Yukarıda kitaptan alıntıladığım bölüm, pek çok değer ve kavramın tartışmalı olduğu bir dönemde bana çok dikkat çekici geldi.
Mesela bana hiç kimse, annem babam dahil, Atatürk’ün büyük adam olduğuna ilişkin hiçbir şey söylemedi. Laf arasında da söylemediler. Öyle bir konu olmazdı evde. Olmadı...

Kendi çocuklarınızı yetiştirdiğiniz dönemde nasıldı?
Ben onlara hiçbir şeyi empoze etmedim ki zaten, bunu söyleyeyim. Tabii o da aslında bir nevi teslimiyetçilik. Çünkü hiçbir yerde çıkmamış bir şey bu. Şimdi sen sorunca fark ettim. Bizim evde herhalde bir tane yasak vardı; maddi yasaktan söz ediyorum... Manen de bir yasak vardı: Yalan söylemek... Maddeten de çocuklar okula gidinceye kadar evde sürdürdüğümüz bir yasak vardı: Gazlı içecek ve kola... Yasak için değil, başkalarının çocuklarımı yönlendirmesini dengelemek için…

TOPLUMUN KIRILMA NOKTALARINDA UÇ İMAJLAR…
", 60’da başlayan 65'te yavaşlayan ve 1971'de trajik bir biçimde son bulan özgürlük ortamını, ne daha önce yaşamıştı ne de daha sonra yaşayabildi. Bu dönemde toplumsal ve siyasal bilinçlenmesini yaşayan, üniversite öğrencisi olan kuşak, kabaca 1940 kuşağı, bu nedenle çok zorluk çekti. Doğal, normal sandığı demokratik hak ve özgürlükleri sürekli sınırlandı, kısıtlandı; yazdıklarından, söylediklerinden, eylemlerinden dolayı sürekli olarak başları belaya girdi"

(Syf. 94)

Ailedeki ortamdan toplumsal yaşamdaki koşullara, sınırlamalara geçelim. Her zaman aldığınız oksijenden daha az miktarda oksijene mahkum edilmek...
Tam o...

Bedelini işinden, ekmeğinden olarak, hapse atılarak ödeyen kuşaklar... Bu kadar düşünce sığlığı ve yasakların olduğu bir ülkede…
Cümleni hemen tamamlayayım. Böyle bir ülkede benim gibi çok sıradan bir toplumbilimci, çok kendi halinde bir öğretmen-öğrenci, birdenbire kitapları yüzbinlerce satan bir adam halini alıyor.

Öyle tamamlamayın…
Çok güzel bir soru sordun da... Esas olarak kendime hayat biçimi olarak da iyi bir öğrenci, iyi bir öğretmen, iyi bir yazar, iyi bir sosyal bilimci olayım’ı seçmiş bir adamım. Bu nedenle bu ilkelerimde, bu hedefimde hiç sapma olmadı. Ama olaylar beni hep toplumun kırılma noktalarında, uç imajlara taşıdı. Sakal olayında öyle, bugünkü konumum, kitaplarım öyle satıyor... Halbuki ben öyle bir insan değilim. Neden öyle oldu? Çünkü benim aynen günlük solurken kullandığım oksijen gibi algıladığım, yetiştiğim, içselleştiğim temel hak ve özgürlükler, hep tehlikeye girdi. Ve tehdit altına alındı... Ben de ona karşı oksijeni kesilen bir insan nasıl tepki verirse öyle tepki verdim. Bugünkü tepkim de o.

TEHDİT ALGILIYORUM
Bir zamanlar benim solumda mücadele eden arkadaşların şimdi benim sağıma geçip aynı şiddetle yanlışta ısrar etmelerini eleştirmemin sebebi o. Yoksa, Murat Belge de, diğer arkadaşlar da tabii ki kendi çaplarında çok değerli insanlar. Benim onlarla ters düşmemin sebebi, küreselleşme adı altında dünyadaki vahşi kapitalist sömürüyü, bir de içerideki dincilik adına ve -güya özgürlükmüş gibi sunulan- geriye gidişle bütünleştirip, çok tehlikeli bir faşizm biçiminde savunabilmeleridir. Bu bana çok ters geliyor ve bundan tehdit algılıyorum. Koro halinde herkes benim üstüme küreselleşmeci ve dinci bir sentezle gelince, hem vahşi kapitalizmin hem de dinciliğin yani totaliterliğin bir sentezinin benim özgürlüklerimi, yaşam biçimimi ve tabii giderek toplumu tehdit ettiğini düşünüyorum. Eskiden solcu olan bu arkadaşların böyle bir yanlışta ısrar etmelerini asla anlayamıyorum. Sorun oradan kaynaklanıyor.

Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım  - 3

MAALESEF BİR ETİKETLENME KURBANIYIM
Hacettepe'de iken birlikte çalıştığınız hekim arkadaşlarınız..
Onlardan biri de, en son Ecevit’i tedavi eden Prof. Turgut Zileli... Bana açıkça komünist derdi mesela.

Siz o kişilerle yakın ilişkide olmaya devam ettiğinizi söylüyorsunuz..
Evet, tabii, sıcak ilişki.

Sizin dengeciliğinizle mi ilgili?..
Yoo, hiç dengeciliğimle falan ilgisi yok. Demin söylediğim olay... Ben ideolojik, siyasal tartışmalarla insani ilişkileri birbirinden çok ayıran insanım ve robot da değilim. Siyasal fikrine kızarım ama, iyiliğini görmüşümdür, vefa duygumu kaybetmem.

Bu onları da zorlayan bir şey olmalı..
Evet, onlar açısından da biraz güç olmalı. Ama ben maalesef bir etiketlenme kurbanıyım. Hiçbir zaman komünist olmadığım halde -sempati besliyordum ama totaliter ve baskıcı bulduğum için hiç bir zaman olmadım- bana "komünist" derlerdi. Şimdi gene hiç olmadığım halde bana "ulusalcı" yani "milliyetçi" yani bir anlamda "faşist" etiketi yapıştırmaya çalışıyorlar.



Emre Kongar kendisini nasıl tanımlar?
Ben bütün ömrüm boyunca hep aynı şeyi söyledim: Ben önce demokratım, ondan sonra da sosyal demokratım; nokta. Bu kadar basit. Bu neleri içeriyor? Önce demokrat, sonra sosyal demokrat olmak, genel kimlikleri dışlamıyor. Yani tabii ki Türküm, tabii ki Müslümanım, tabii ki Atatürkçüyüm. Tabii ki bir anlamda Batılılaşan bir Ortadoğu ülkesinin vatandaşıyım.. Bunları hiç bir zaman sorgulamadım ki... Yani ben Müslüman olayım mı, olmayayım mı; ben Atatürkçü olayım mı olmayayım mı… Ben bunları hiç bir zaman sorgulamadım. İnsan doğduğu ailenin bir vazgeçilmez kimliğiyle büyüyor. Kendi tercihleri değil ki... Ama benim kendime biçtiğim hedef ve kimlik, önce demokrat, ondan sonra sosyal demokrat olmak.

"Çok ağır bir suçlamada bulunacağım. 'de politikacılar, Türk sosyal bilimlerinin, Türkiye'deki sosyolojinin gelişmesini bilinçli olarak engellemişlerdir. Özellikle de askeri darbeler ve yönetimindeki politikacılar.

(Syf. 185)

DOĞRU DÜRÜST ADAM YETİŞMİYOR
Her sosyoloji mezunu sosyal bilimci midir? Bu kadar fakülte varken, toplumu anlamada ve rehberlik etmede sayılarının bu kadar yetersiz olmasını neye bağlıyorsunuz? Ya da sizce de böyle bir sorun var mı?
Var, var... Sosyal bilimcinin bence vazgeçilmez bir tane özelliği var: Gerçekleri doğru görmek ve  doğru aktarmak. Gerçekleri görmek, süreçleri algılamak, o süreçlerin oluşumlarını, dünyayla, toplumla ilişkilerini irdelemek… Türkiye’de sosyal bilimciler bunu yapacak nitelikte yetişmiyor. Bunun da çok basit bir nedeni var: Biraz esprili olacak ama, abartmadan söyleyeyim: Sosyal bilim öğrencileri genellikle hiçbir yere girememiş -bilinçli seçenler hariç- kazanamamış olanlardır. Sonra bunlar mezun oluyor, yine onların içinden biraz yeteneklileri, dışarıda iş buluyor. Hiçbir yerde iş bulamayan en yeteneksizleri üniversitede kalıyor. Üniversitede kalanların içinde en dalkavuk olanlar, en hocalarına yalakalık yapanlar, profesör oluyorlar. Şimdi bir defa, öğretim kadrosu böyle... İki; bunlar düşünmeyi bilmiyorlar bir defa. Gerçekleri görebilmek için ona doğru dürüst yöntemle bakabilmek lazım. Diyalektik düşünce, bilinmiyor, ilişkiler aranmıyor, zıtların etkileşimine bakılmıyor. Ne oluyor? Bir aile sosyolojisi okutuyorlar bir yerde. Bir yerde siyaset sosyolojisi okutuyor. Bir yerde din sosyolojisi, kentleşme okutuluyor. Bunların birbirleriyle ilişkisini görmüyor. Bir makro model çerçevesinde görmeye çalışanlar ise, maalesef ideolojik bakımdan dogmatik, taraflı ve gerçeklerden kopuk insanlar. Ya milliyetçi açıdan bakıyorlar ya dinci açıdan bakıyorlar ya da sadece sınıfsal açıdan bakıyorlar. Marksist açıdan değil, dikkat edin... Sınıfsal açıdan bakmakla, Marksist açıdan bakmak arasında fark var. Sınıfsal açıdan çok kolay bakamıyorsunuz Türkiye’ye. Çünkü Osmanlı endüstrileşemediği için klasik sermaye sınıfı ve işçi sınıfı gelişmemiş. Dolayısıyla Osmanlı-Türk siyasal çizgisini, klasik Batı Avrupa’da gördüğümüz sermaye ve işçi sınıfı oluşumlarının süreçleri içinde irdelemek olanaklı değil. Onun için ben “21. Yüzyıl'da Türkiye” kitabımda gelenekçi liberallerle, devletçi seçkinler diye iki ayrı grupta analiz etmeye çalıştım. Sonuç: Gerçekleri algılayamıyorlar. Ya bölük pörçük bakıyorlar ya da bir bütünsellik içinde bakanlar, ideolojik bakımdan dogmatik, dinci veya milliyetçi. Onun için doğru dürüst adam yetişmiyor.

Engelleri aşamadık mı?
Aşamadık, çünkü sivil ve asker siyasi iktidarlar, sosyal bilimlerin gelişmesini istememiş. Kitapta anlattım, TÜBİTAK’a koşut bir TESAK (Toplumsal ve Sosyal Araştırma Kurumu) kurulmak istendi. Sivil politikacılar engelledi; “Ne işin var, sen bununla uğraşma” dediler.

CEHALET CİRİT ATIYOR
Herhangi toplumsal bir olguyu anlamaya çalışırken; töre cinayetlerini, ağalık rejimini, aile içi şiddeti, terörü vs...  Hangi bilgilerden yararlanabileceğimizi bilemiyoruz.
Tabii.. Çünkü son günümüzdeki tartışmalara bakın. İnanılmaz bir biçimde aklı başında köşe yazarları töre cinayetlerini Kürtlüğe bağlamaya kalktılar. Böyle bir şey olabilir mi? Halbuki bu çok açık. Bu bir üretim biçimi meselesi. Feodal dinci tarım toplumlarında töre cinayeti olur. Siz eğer o toplumu, feodal toplumu, endüstriyel-kentli topluma çeviremezseniz o cinayetler devam eder. Kürtler o yapıda yaşıyorlarsa Kürtler’de olur, Türkler o yapıda yaşıyorlarsa Türkler'de olur. Hala inanılmaz dogmatiklikler, hatta biraz sert söyleyeyim, cahillikler ortada cirit atıyor.

TÜRKİYE’NİN ENTELEKTÜEL BİRiKİMİ YOK EDİLDİ
Irak’ta savaştan sonra 500’den fazla öğretim üyesinin -sosyal bilimciler ağırlıklı-öldürüldüğünün altını çiziyorsunuz. Ergin Yıldızoğlu da Cumhuriyet’teki bir yazısında bunun çevre ülkelere de sıçramasından korktuğunu yazmıştı. 
Türkiye’de yaptılar ama... Ben, “Tarihimizle Yüzleşmek”’te de yazdım. 1980 öncesi cinayetlerle, 1990’dan sonra tekrar başlayan cinayet dalgasında öldürülenlere bakın; Türkiye’nin en iyi sosyal bilimcileridir, yazarlarıdır. Ahmet Taner Kışlalı’sından Bedrettin Cömert’inden Uğur Mumcu’sundan Muammer Aksoy’a.. Hepsi böyledir. Tabii Türkiye’nin bir anlamda entelektüel birikimi yok edilmiştir. Çok açık...

KÖY ENSTİTÜLERİ KAPATILMAMIŞ OLSAYDI...
Köy Enstitüleri devam etmiş olsaydı neler değişmiş olurdu?
Feodal yapı çatırdamış, belki de çökmüş olurdu. Milli gelir yükselmiş olurdu. Kırsal alanlardaki feodal yapı değişmiş olurdu. İnsanlar çok daha bireysel kimliklerine kavuşmuş olurdu. Cemaatçilikten –her türlü cemaati kastediyorum- kurtulmuş, özgürlüklerine kavuşmuş olurlardı. Ve Türkiye daha uygarlaşmış, kentleşmiş, demokratikleşmiş bir ülke olurdu.

Bu şu anda imkansız mı görünüyor?
Çok büyük aksilikler olmazsa, belki 100 yıl sonra falan böyle bir ülke olabiliriz. Çok geriye dönük gidiyor tabii işler. İlerlemiyor.

Ütopyalarla aranız?..
Çok iyidir. Yanlış olarak bilimkurgu denilen, aslında hayal-bilim olması gereken konuya olan büyük ilgimden kaynaklanıyor. Çocukluğumda bilim kurgu okuyarak büyüdüm.

Kongar: Maalesef etiketlenme kurbanıyım  - 4

TEKNOLOJİK GELİŞMELERDEKİ MERKEZİLEŞME BENİ ÇOK KORKUTUYOR
Diyorsunuz ki, radyasyonla kirlenen dünyada radyasyondan etkilenmeyen insan yaratılabilir...” İki temel hedef olarak da “barışçılık” ve “çevrecilik” i gösteriyorsunuz.
Barışçılık ve çevrecilik egemen olamayacak. Genetik değişime uzay egemen olacak. Ve bunlar insanlığa mutluluk mu getirecek, barış mı getirecek çok emin değilim. Bu konularda çok iyimser değilim.

Geleceğe dönük iyimser mesajlarla bitirelim isterseniz…
Tabii Türkiye batmaz, ülkeler öyle batmaz. Ama Türkiye’nin geleceğini insanlığın geleceğinden soyutlamak da mümkün değil. İkisini birlikte düşünmek lâzım. Dünya üçüncü büyük devrimini yaşıyor. Birinci büyük devrim tarım devrimiydi. İkinci büyük devrim, endüstri devrimi. Şimdi bilişim devrimini yaşıyor. Bütün bu devrimlerde ideolojilerin de değiştiğini görüyoruz. Belki oradan bir ipucu yakalayabiliriz. Tarım devriminin ideolojisi tek tanrılı dinlerdi. Endüstri devriminin ideolojisi, milliyetçilikti. Milliyetçilik, dinleri yok etmiyor tabii. Şimdi bilişim devriminin egemen ideolojisinin de insan hakları ve demokrasi olmasını umut ediyoruz. Bu da ne milliyetçiliği, ne de tek tanrılı dinleri yok edecek. Ama, onlar kimlik olarak devam edecek, egemen olan insan hakları ve demokrasi olacak diye umut ediyoruz. Eğer bu olursa, bütün dünyaya bütün ülkelerin kendi aralarındaki insan hakları ve demokrasilerine dayalı bir sisteme dönüşebilirse, insanlık o zaman çok daha mutlu çok daha refah içinde çok daha adil paylaşılan bir teknolojiyi ve zenginliği yaşayan bir hale gelebilir.

Bunun karşısındaki en önemli tehlike, kıt kaynakların kullanıldığı ve çok büyük miktarda kaynağa gereksinim duyulan genetik araştırmaları ve uzay araştırmaları. İnsanlığın geleceğini bu iki şey belirleyecek. Genetik ve uzay araştırmaları ise çok fon gerektiriyor. Dolayısıyla bunlar hep merkezileşiyor. En zengin ülkelerdeki en zengin laboratuvarlarda veya beyin takımlarıyla bunlar yapılıyor. O yüzden her ne kadar üçüncü büyük devrimin ideolojisi insan hakları ve demokrasi gibi görünüyorsa da, ben de onun için çalışıyorsam da- teknolojik gelişmeler daha merkezileşmeye ve daha totaliter kontrole yönelen bir çizgi izleyecek gibi görünüyor. Bu beni çok korkutuyor.

Fotoğraflar: Seçil Kalem

Sayfa Yükleniyor...