Mahalle baskısı araştırmasına medya yorumları

İsmet Berkan: “Baskılara maruz kalanlar kaç kişi ki?” diye soranlara cevap; “Bir kişi bile olsa yetmez mi?” Nazlı Ilıcak: Malum ilan ediliyor ama endişem sonuçların siyasi hedefler için kullanılması. Mehmet Tezkan: Sonucu ne olur? Çoğulcu demokrasi olmaz!

Mahalle baskısı araştırmasına medya yorumları

Şerif Mardin tarafından ilk kez kullanıldığından bu yana yaklaşık 2 yıldır mahalle baskısı var mı sorusuna yanıt aranıyor. Tüm ’nin tartıştığı soruyu Açık Toplum Enstitüsü ile Boğaziçi Üniversitesi, kapsamlı bir araştırmayla ele aldı. “’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” araştırması, “mahalle” baskısının “mahalle”yle sınırlı kalmadığını iktidar ve cemaatlerin baskısıyla tüm kesimleri etkilediğini ortaya koydu. 12 ilde 401 kişi ile yapılan uzun görüşmeler sonucu elde edilen bulgulara göre, muhafazakârların farklı yaşam biçimlerine karşı ciddi bir baskısı var. Araştırma basında da geniş yer buldu. İşte basında “Mahalle baskısı” araştırmasına gelen yorumlar.

MAHALLEDE BASKI VAR!
Can Dündar-Milliyet
Önceki gece NTV’de Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın “Mahalle Baskısı” araştırmasını tartıştık.
Prof. Toprak, “Alışveriş merkezleri, toplu konutlar, otoyollarla çok gelişmiş görünen Anadolu kentlerinde moderniteyi deşince altından bunalım çıkıyor” dedi.
Bu bunalım, yayın boyunca “Neden” izleyicilerinin yolladıkları mesajlarda bir feryada dönüştü adeta...
Anadolu’nun dört bir yanında mahalle baskısına maruz kalmış izleyiciler şikâyet yağdırdılar.
Araştırmadaki bulguları doğrulayan bu mesajlardan birkaç örneği burada sizlerle paylaşmak istiyorum:

“İSTANBUL - Gaziosmanpaşa Belediyesi’nde görev yapan bir memurum. Bizim belediyede 1994’ten beri her Ramazan’da yemekhane ve çay ocakları sürekli olarak kapalı tutuluyor.”
“ALİAĞA - 23 Eylül 2008’de, içki ruhsatı olan Tuna Restoran’da garson bana ‘AKP’li Belediye Başkanı’nın Türk vatandaşlarına içkiyi yasakladığını, ancak yanımdaki yabancının içebileceğini’ söyledi.”
“YOZGAT - Çekerek ilçesinde cumartesileri kurulan pazarda belediye hoparlöründen Kuran okunmadan satış yasaktır deniliyor. Yasağa uymayanları zabıta cezalandırıyor.”
“TRABZON - Turla gittiğimiz Uzungöl’de akşam yemeğinde rakı içmek istedik, restoran sahibi ‘Sadece İsrailli müşterilere içki servisi yapıyoruz’ dedi.”
“İSTANBUL - Geçen Ramazan’da oruç tutan başı açık bir arkadaşımla iki bayan olarak Gaziosmanpaşa’da iftar için bir restorana girdik. ‘Burası aile yeri. İki bayanı almıyoruz’ dediler.”
“ADANA - 67 yaşındayım. Belediye otobüsüne bindim, kimse yer vermedi. Arkamdan 22 yaşlarında başörtülü hanımlar bindi. Şoför bey ‘Lütfen hanımlara yer verelim’ diye yolcuları uyardı.”
“İSTANBUL - Ümraniye, Ferah Mahallesi’nde başım açık camdan bakarken bile rahatsız oluyorum. ‘Hayırlı akşamlar’ yerine ‘İyi akşamlar’ dememin bile garip kaçtığını hissediyorum. Yazın mahalleden çıkana dek gömleğimin üstüne ceket giyiyorum.”
“KAYSERİ - Bir yıl öğretmenlik yaptım. Örtünmeden dışarı çıkarsanız uygunsuz kadın anlamına gelen hakaretlere ve cinsel tacize maruz kalırsınız. Sürekli komşularınız tarafından izlenirsiniz. Ramazan’da açık restoran bulamazsınız.”
BURSA - Mudanya sahilindeki balık lokantalarına belediye içki ruhsatı vermiyor. Esnaf, kola kutuları içinde içki satıyor.”
“İSTANBUL - Arkadaşım Yeşildirek’te toptan iplik dükkânı açmıştı. ‘Hayırlı olsun’a gelen esnafın tamamına yakını ‘Duvara seccade asmazsan müşteri gelmez’ dedi. Arkadaşım seccade asmak zorunda kaldı.”
“BURSA - Kemalpaşa’da öğretmenim. Her Ramazan oruç tutamayan bir Müslüman olarak mahalle baskısını had safhada yaşıyorum. Çalışırken taşlanacağım korkusu bile yaşadım.”
“İSTANBUL - Sirkeci ve Eminönü tarafına toptan mal almaya giderken eşimi götüremiyorum. Esnaf kasten taciz edici şekilde bakıyor.”
“İZMİR - Cuma öğleyin Kemeraltı’nda bir dükkâna gittik. Kapalıydı. Zili çalınca bir erkek satıcı gelip ‘Cuma öğlenleri kapalıyız’ dedi. Namaza gitmeseler de kapalı tutup cumanın bitmesini bekliyorlar. Ve burası İzmir’in merkezi...”
“İSTANBUL - Ermeni arkadaşım devlet ihalelerinde iş alamadığından ismini değiştirdi ve çocuklarına Türk ismi koydu. Ermeni olan karısı da, okula giderken dayak yediklerini, üzerlerine tükürüldüğünü, alay edildiklerini anlatıyor.”

Mesajlar böyle uzayıp gidiyor.
Kendi yorumumu ve çareleri bir başka yazıya bırakayım.
“Mahalle”, daha uzun süre gündemde kalacağa benziyor.

MAHALLE BASKISI VE MUHAFAZAKÂRLIK
Nazlı Ilıcak-Sabah

Binnaz Toprak, madalyonun diğer yüzüne eğiliyor: “Muhafazakâr çevreler de, farklı olana baskı yapmıyor mu, onları ötekileştirmiyor mu?” konusunu sorguluyor. Ortada “sütten çıkmış ak kaşık” durumu elbette yok. Başta Aleviler olmak üzere, kulağı küpeli erkeklerden, mini etek giyen kızlara ve içki içenlere kadar, birçok kesime karşı, muhafazakâr çevrelerde bir hoşgörüsüzlük olduğunu tespit ediyor bu araştırma. Bence malûmu ilân ediyor. Ama, endişem, elde edilen bulguların siyasi hedefler için kullanılması, böylece, hoşgörüsüzlüğün ve tahammülsüzlüğün daha da yaygınlaşması ihtimali...

Farklı olanı “ötekileştirmenin”, Türkiye’de her kesim için varit olan genel bir hoşgörüsüzlük zihniyetinden kaynaklandığı belirtilseydi, bence daha doğru bir değerlendirme olurdu. Biz, Türkiye’de, -sağda, solda, ortada- fevkalade yaygın olan bu baskıcı, müsamahasız zihniyeti değiştirmeye çalışmalıyız. Baksanıza, bir grup aydın “Ermenilerden özür diliyoruz” dedi diye esen fırtınaya. Başbakan bile, bu linç kampanyasına ucundan katıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, konuyu, “düşünce özgürlüğü” kapsamında gördüğü için CHP milletvekili Canan Arıtman’ın ırkçı saldırılarına maruz kaldı.

Bana göre hem AK Parti, hem de Fethullah Gülen cemaati, dindar ve muhafazakâr çevrelerde zaten mevcut olan kapalı yapının değişip dönüşmesine olumlu katkı sağlıyor...





KENDİMİZİ Mİ KANDIRIYORUZ?
Osman Ulagay-Milliyet

...
Araştırmada nakledilen örnekler ve varılan sonuçlar, Türkiye’de yaşayan insanların, siyasi rejim tercihinin ötesinde, hayat tarzı ve temel değerler konusunda bir ortak payda yakalama noktasına yaklaşmakta olduğunu değil, tersine, bu noktadan uzaklaşma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Raporun aydınlar ve seçkinler katındaki tartışılma biçimi de sanki bu uzlaşmazlık tablosunu tamamladı.
Bu tartışmaya katılanların çoğu, araştırmayı bilinen siyasal ve ideolojik pozisyonuna göre değerlendirdi, olumlu ya da olumsuz karşıladı.

Araştırmanın çelişkisi
Araştırmanın kendi çelişkisi ise elde edilen bulguların, “Ne yapmalı?” sorusuna cevap olarak ortaya konan önerilerin neden gerçekleşemeyeceğini göstermesi. Aslında araştırmayı yapanlar da “Ne yapmalı?” sorusuna cevap vermenin zor olduğunun farkında. Belki de bu nedenle “ne yapılması gerektiğine dair ipuçları” vermekle yetinmişler ve bunu şöyle ifade etmişler:

Yapılması gereken...
“Yapılması gereken, kendi yandaşlarına devletin imkânlarını sunan iktidarlar yerine her kesime eşit mesafede duran şeffaf bir yönetim anlayışını sağlayacak yapısal değişimlere gidilmesi, iktidar-muhalefet ilişkilerinin normalleştirilmesinin yollarının aranması, hak ve özgürlükler genişletilerek bireyin güçlendirilmesi, iyi vatandaş bilincinin geliştirilmesi, sosyal devlet politikaları yaygınlaştırılarak düşük gelirli kesimlere hizmet sunulması, farklı kimliktekilerin karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık ve baskının ortadan kalkması için bir yandan eğitim, diğer yandan siyasi projeler kanalıyla ayrımcılığa karşı mücadele edilmesi.”

Seferberlik ihtiyacı
Araştırmanın birkaç yerinde, bu hedeflere varmak için bir “seferberliğe” gerek olduğu da vurgulanıyor. Bütün bunlar iyi güzel de araştırmanın naklettiği olaylar ve toplumun farklı kesimlerindeki yaygın düşünce ve davranış biçimleriyle ilgili olarak vardığı sonuçlar, bu “yapılması gerekenler”i yapacak ve hatta bu açılımı savunacak birilerini Türkiye’de bulmanın hiç de kolay olmayacağını ortaya koyuyor.
AB içinde yer alarak, daha özgür bir ortamda ahenk içinde bir arada yaşama özlemini duyarken, genç nüfusun sağladığı fırsatı kullanarak kalkınma yarışında öne çıkma hayalini kurarken, kendimizi mi kandırıyoruz acaba?

‘MAHALLE’ KAVGASI
Nuray Mert-Radikal

Dindar muhafazakâr kesimin beklentisinin, hep onların karşılaştığı haksızlık ve baskılara karşı çıkmak, habire ve hep katı laiklik anlayışını sorun etmek olduğunu gayet iyi bilen biriyim. ‘Meselenin bir de bu yanı var’ dediğiniz an, ‘hiç beklemezdik!’, ‘aslına rücu etti’ tepkisi ile karşılaşabiliyorsunuz, ‘laik kesim’den gelen birinin hep özür dilemesi bekleniyor.
Bu tavrın kuşkusuz anlaşılır yanları var. Tüm muhafazakârlaşma tartışmalarına rağmen başörtüsü ile üniversiteye girilemeyen, iktidardaki muhafazakâr partinin kapatma davası ile karşılaştığı bir ülkede yaşıyoruz. Ancak, muhafazakârlar, bu ülke iddia ettikleri kadar baskıcı bir laik vesayet sistemine sahip olmuş olsaydı, kendilerini iktidar eden demokratik sürecin işlemeyeceğini, diğer taraftan, her şeye rağmen katı laiklik anlayışının ciddi bir dönüşüme uğradığını anlamaları gerek. Siyasal iktidarın, bu dönüşümleri, her kesimi dinleyerek, anlamaya çalışarak ileri götürmek yerine, gelinen yeri bir ‘bilek gücü’ yarışının sonucu olarak algılaması ve toplumsal-siyasal süreci bir bilek güreşine çevirmesi, her şeyi, hepimiz için çok zor hale getirir. Umarım son mahalle kavgası bu yönde ilerlemez.

ÜLKÜCÜ BASKISINI NİYE TARTIŞAN YOK?
Mehveş Evin-Akşam

...
Evet, mevsimlerden kış, iktidardaki partinin kadrolaşma hızı baş döndürücü, muhafazakâr iklim hiçbir zaman olmadığı kadar egemen... Peki baskının tek sorumlusu onlar mı? Araştırmada gençlere giyim-kuşam konusunda baskı yapan asıl kesimin ülkücüler olduğu vurgulanırken, herkesin bu konuyu teğet geçmesi ayrıca manidar! Kimse MHP’lilerin üniversitelerde kurduğu ‘reis’ masalarını sorgulamıyor mesela. Baskının ötesinde, şiddeti dile getiren ifadeler var raporda. Peki dinlediği müzik yüzünden yatağından kaldırılıp dövülen genç, minibüse bindiğinde yer verilmeyen başı açık kadının gördüğü ilgiyi hak etmiyor mu?

HOŞGÖRÜSÜZLÜK
Hasan Celal Güzel-Radikal

...
Türkiye’de ayağımın basmadığı yer kalmadı. Yarım asırdır bu topraklarda yaşayan, her gruptan birbirinden farklı milyonlarca insanımızla görüştüm ve hemhâl oldum. Açıkça altını çizerek belirteyim ki, bizim ülkemizde ‘ötekileştirme’ diye bir olay yoktur. Bizim insanımız, bırakınız aynı ülkedeki etnik grupları ve aynı dindeki mezhep farklılıklarını, başka ülkelerden gelen farklı milletten ve dinden insanları dahi ‘öteki’ olarak görmez. Zira, bu topraklarda bin yıldır din ve muhafazakârlık ekseninde farklılıkları hoş görmeyi öğrenmiştir.
Lâkin bin yıllık bu hoşgörü, insanımızın, tarihine, milletine, atalarına iftira atan ve kendini ‘aydın’ olarak takdim eden zavallıların ihanetini kabul etmesini gerektirmez. Belki de milletimiz yalnızca bu aydın makulesini ‘öteki’ olarak görecektir.
Kısaca, milletimiz, millî ve manevî değerlerimizi koruma bakımından muhafazakârdır ama kesinlikle bu eksende hiç kimseyi ‘ötekileştirme’ peşinde değildir.
Türkiye’deki gerçek ötekileştirme süreci lâikçi despotizmin baskılarıyla ortaya çıkmaktadır.
Prof. Toprak’ın bu çerçevede araştırmasını yenilemesinde fayda vardır





BAŞKALARININ GÜNDEMLERİ
Mümtaz’er Türköne-Zaman
...
Laiklik tartışmalarının yüzü eskidi. Hepimizi bıktırdı, bezdirdi. Bu bıkkınlık içinde hepimiz, tartışılan şeyin laiklik olmadığını, tarafların devlet içindeki iktidar mücadelesine cephane taşıdığını anlamadık mı? Şimdi bu eskiyen tartışma “mahalle baskısı” tabiri üzerinden yeniden önümüze konuyor. Bu tabirin, laiklik tartışmalarının yaşlı yüzüne, iğreti bir makyaj yapmaktan öte ne anlamı var?

Hukuk zemininde yürütülecek muhakemenin ve varılacak çözümlerin Türkiye’de farklılıkları bir arada yaşatma çabasını ileri götürmesi lâzım. Türkiye’nin bu mutabakatı yeni bir anayasa ile bir sözleşme haline getirmesi şart. Bu zemini sosyolojik muhayyilenin farklı şekillerde yorumlanacak analiz alanlarında tüketmek ne kadar doğru? Toplumsallığı ve toplumsallığın tezahürlerini, temsil yeteneği sınırlı gazete röportajları üzerinden suç ve ceza alanına taşımak ve yeni kavga konuları üretmek bize ne kazandırır?
Bütün enerjimizi çekip yok eden bu tartışmalardan hangi sonuçları çıkarttık?

Buza yazılan yazılar gibi, herkesin öfke içinde birbirine girdiği, kendinden geçtiği bu tartışmalardan geriye ne kalacak?

“Mahalle baskısı” tartışmasında üçüncü dalgayı yaşıyoruz. Şerif Mardin’in icadı olan bu kavramı amacından saptırarak başlatılan ilk tartışmayı hatırlayan var mı? Ya, aynı minvalde ikinci dalga olarak gündemi işgal eden “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmasını? Sınırlı bir gazetecilik çalışması olan Binnaz Toprak’ın araştırması acaba bir-iki hafta sonra nasıl hatırlanacak?

KUŞATMA
Türker Alkan-Radikal

...Toprak’ın araştırması, son yıllarda tanık olduğumuz dincileşme eğiliminin gittikçe ‘birey’i ezmeye başladığını gösteriyor. Erkeklerin küpe takması, saç uzatması, insanların ramazanda oruç tutmaması... tepkiyle karşılanıyor, günlük yaşam yavaş yavaş kuşatılıyor.

Ve bu gelişmeler ilginç bir paradoksu da içinde barındırıyor. Ülkemizdeki liberal aydınların büyük bir kısmı AKP iktidarını destekledi. Liberalizmin kökünde ‘birey’ yatar. Oysa AKP’ye verdikleri destek, sonunda bireyin özgürlük alanını kısıtlamaktan başka bir işe yaramadı!
Bunun böyle olacağı başından belliydi. Ama Kemalizm’e karşı olumsuz duruşları nedeniyle liberaller ve yumuşak dinciler hiç de kutsal olmayan bir ittifak yaptılar. Şu ana kadar. Bundan sonra ne olacağını hep birlikte göreceğiz!

BÖYLE ARAŞTIRMA MI OLUR?
Ekrem Dumanlı-Zaman

Açık söylemek zorundayım ki bugüne kadar böyle bir vahim araştırma görmedim. Sapır sapır dökülüyor. Hemen her satırında önyargının izlerini taşıyor.

Mübalağa etmiyorum; Açık Toplum Enstitüsü tarafından yapılan araştırmayı okuyan herkes, ‘bu çalışma uzayda yapılmış olmalı’ sonucuna varacaktır. Çünkü ortaya atılan tezlerden çok büyük bir kısmı Türkiye’deki sosyal gerçekleri yansıtmıyor. Hatta apaçık gerçekleri bile tahrif ediyor. İlmî bir araştırmaya yakışmayacak kadar sathî ve laubali duran bu ‘araştırma’nın bazı önemli isimlerle zikredilmesine hayret ettim. Sanırım yeteri kadar inceleme fırsatı bulamamışlar...

Elinizi vicdanınıza koyun ve şu cümleleri okuyun: “Gittiğimiz Anadolu kentlerinde uzun saçlı ya da küpeli erkek öğrencilerden ‘Atatürkçü’ ya da ‘solcu’ gençlere, Kürt kökenlilerden Alevi öğrencilere kadar farklı kimliklere karşı uygulanan baskı ve sindirme gerçekten kaygı vericiydi” BASKI VE SİNDİRME! Bu mudur Anadolu manzarası?

Kayseri’de bir türkü evinde görüşülen uzun saçlı bir erkek öğrenci saçlarını göstermemek için bere taktığını söylemiş. Trabzon’da bir kız öğrenci ev aramış da ev sahibi ‘başın kapalıysa gel’ demiş. Erzurum’da yurtta kalan ‘solcu öğrenciler’in her yaptıkları izleniyormuş, dinledikleri müzik, okudukları kitap ve gazete yüzünden baskıya maruz kalıyorlarmış... Kayseri, Trabzon, Erzurum.. Bu araştırmayı yapanlar hiç mi sokağa çıkmadı? Kayseri dışına çıkar çıkmaz kadınlar başlarını açıyormuş. Kayseri’ye İran muamelesi yaparsanız biri de çıkıp sizi sokağa davet eder; oradaki başı açıklar karşısında apışıp kalırsınız...

...Güya Erzurum’da Alevi bir hanım demiş ki: “Sırf isimleri Haydar olduğu için ticarette sıkıntı çekenler var.” İnsaf be kardeşim! Sünnilerin de hayran olduğu bir isimdir Haydar; bunu bilmeyen Anadolu’yu nasıl bilir? Güya Anadolu’da Alevi vatandaşlarımız cuma namazına gitme konusunda baskı görüyormuş. Bazısı korkusundan cumaya gidiyormuş. Sanırsınız ki bütün Sünni vatandaşlar cumaya gidiyor da gitmeyenlere de baskı yapıyor. Bu iddiayı test etmek için cuma namazı vakti sokağa çıkmak yeterli. Göreceksiniz ki binlerce insan sokakta. Bu ülkede kim, kime, ne hakla karışabilir, Allah ile kulu arasına kim girebilir?...

İşin en acı tarafı da şu: Hiçbir ilmî değeri olmayan ve tamamen marjinal önyargıları teyit etmek için çırpınan bu araştırmayı, ideolojik ve siyasi saplantılarına malzeme yapan köşe yazarlarının olması. Onlarca bariz hatayı görmek için uzman olmak gerekmiyor ki! Keşke hadiselere önyargılara esir düşecek kadar kin ve öfke ile yaklaşılmasa...


BİLİMCİNİN HER YAPTIĞI “BİLİMSEL” DEĞİLDİR
Emre Aköz-Sabah

...
Geçelim araştırmanın tuhaflıklarına:
1) Öncelikle bu bilimsel bir araştırma değil, olsa olsa uzunca bir “gazetecilik” çalışması. Cumhuriyet gazetesi, “Gidip şu mahalle baskısına örnekler bulun” diyerek muhabirlerini Anadolu’ya salsaydı, sonuç hiç ama hiç farklı olmazdı.
2) Araştırmacılar bu işi nasıl ve niye yaptıklarını zaten apaçık anlatıyorlar.
Nasıl yapmışlar: “Amaçlı örneklem” (purposive sample) metoduyla ile çalışmışlar. Yani bu türden anekdotları (“kantinde şöyle oldu”, “ev sahibimiz böyle yaptı”, “minibüste başıma şu geldi”) kendilerine anlatacak insanları bilhassa arayıp bulmuşlar.
Niye yapmışlar: Prof. Şerif Mardin’in ortaya attığı ‘mahalle baskısı’ lafını “doğrulamak” üzere yola çıkmışlar. (Halbuki bilimsel araştırma, bir “iddiayı doğrulamak” için değil, bir “hipotezi sınamak” için yapılır.)
3) Araştırmacıları “401 kişiyle bilimsel araştırma mı olurmuş” diye eleştirenlere katılmıyorum. 40 kişiyle de bilimsel araştırma olur!
Ancak Toprak ve arkadaşları, 40 bin kişiyle konuşsalardı da sonuç değişmezdi: Çünkü yapılan zaten bir bilimsel araştırma değil, laikçi gazetelere uygun bir “yorumlu yazı dizisi”!
4) Binnaz Toprak, TESEV için Ali Çarkoğlu ile yaptığı çok daha ciddi ve önemli çalışmada (“Değişen Türkiye’de Din Toplum ve Siyaset”) başını örten kadınların, son 10 yılda 10 puan (70’lerden, 60’lara) düştüğünü bulmuştu.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu: Madem kadınlar dindarların baskısıyla başlarını örtüyor, nasıl oluyor da başını örtenlerin oranı düşüyor?
5) “Toplumsal baskı” dünyanın her yerinde var. Fırsatını bulan ötekine baskı yapıyor, yola getirmeye ya da dışlamaya çalışıyor.
Anadolu’daki muhafazakâr/tutucu baskı ise yeni bir olgu değil. 1970 ‘lerin başında “yerli turist” olarak Kayseri’ye gittiğimizde “komilist” diye bağırarak bizi taşladıklarını daha önce anlatmıştım. Gidin bir de bugünkü Kayseri’ye bakın.
Önemli olan değişimi saptamak: Şimdi Avrupa Birliği’ni, serbest piyasayı, çok partili rejimi muhafazakârlar savunuyor; “Kemalistler, laikçiler, devletçiler” ise tek partili kapalı ekonomi hayalleri kuruyor.
6) Sanki çok açıklayıcı bir kavrammış gibi ‘mahalle baskısı’ lafına sarılanlara, mahallenin hızla dağıldığını, giderek yok olduğunu bir kez daha hatırlatırım. (Tabii gerçeği anlamak gibi bir amaçları varsa.)





BİNNAZ TOPRAK’I KUTLUYORUM
Cüneyt Ülsever-Hürriyet

Binnaz Toprak ve arkadaşlarını her şeyden önce arı kovanına çomak soktukları için kutluyorum. Çok ama çok zor hazmedeceğimiz, hakkında yalan yanlış çok şeyler söyleyeceğimiz bir araştırma yapmışlar.

Ben araştırma bulgularına geçmeden önce metodoloji ile ilgili bazı gözlemlerde bulunmak istiyorum. Zira, araştırmayı karalamak isteyenler buradan saldıracaklar.

1) Bu çalışma 12 ilde, her birinde 3-4 gün kalınarak ve 265’i erkek, 136’sı kadın olmak üzere 401 kişiyle konuşularak yapılmış.

Araştırmanın kullandığı metodoloji, derinine mülakat! Böyle bir araştırmadan rakamsal/kesin sonuçlar çıkmaz.

Kaldı ki algılamaları ölçen çalışmalarda kesin sonuçlara ulaşmanın ne kadar mümkün olduğundan da emin değilim. Örneğin bir kişi; hayatı öyle tanıdığı için, tüm mahallenin üzerinde oluşturduğu baskıyı baskı olarak algılamayacağı gibi, bir başka şahıs da sadece bir kişinin üzerinde kurduğu baskıyı tüm mahallenin baskısı olarak algılayabilir.

Rakamsal verilerin dahi insanların işine geldiği gibi yorumlandığı (bakınız Tarhan Erdem’in başına gelenler) bir ülkede rakamlarla ifade edilmeyen bu araştırma da kişilerin işine geldiği gibi yorumlanacaktır.

2) Bu araştırmada sadece ve sadece laiklik hassasiyeti yüksek insanların mahalle baskısı üzerine algılamaları araştırılmıştır. Yukarıda söyledim. Toprak, daha önceleri İslami hassasiyeti yüksek insanların algıları üzerine de araştırmalar yapmış ve bu kesimden alkış almıştı. Şimdi bu kesimi destekleyenlerin dönüp de “Neden Canan Arıtman’ın tavrını incelemiyorsun!” türü serzenişleri saçmadır. Cinayet romanı yazan yazara, “Neden aşk romanı yazmadın?” diye sorulmaz. Sorulursa bu mızıkçılık olur.

Ancak tersine; Binnaz Toprak “Aramıza hoş geldin” diye alkışlanırsa bu da eşit seviyede haksız bir tavır olur. “Ben zaten gerçeği biliyordum, bak sen de şimdi öğrendin” mealli bir övgü, her şeyden önce araştırmacıya karşı saygısızlıktır.

3) Sadece 401 kişiyi kapsıyor veya sadece şu veya bu dernekten, partiden kişilerle görüşülmüştür denerek araştırmayı küçümseme savı ise sadece bilim bilmezliktir. Örneğin, Müslümanlar üzerine araştırma yapan kişiye, “Neden kiliseye gitmedin de camiye gittin!” diye çıkışılamaz. Laiklik hassasiyeti yüksek kişiler, bu kişilerin devam ettikleri derneklerde aranır.

4) Eğer, değişik illerdeki insanlar benzer hikáyeler ile aynı şikáyetlerde bulunmuşsa bu bulgular medyanın yarattığı şehir efsaneleri olarak da adlandırılamaz.

Farklı mekánlarda anlatılan benzer algılamalar ve olaylar, bilimsel bulgu değeri kazanmaz ama güçlü kanaatler oluşturur ve ilerideki araştırmalar için hipotezler yaratırlar.

BİLEREK LADES...
Melih Aşık-Milliyet

Metnin sonunda çarpıcı bir özet:
“Bu sınırlı çalışmada ortaya çıkan mevcut tabloyla Türkiye’nin ne Avrupa Birliği’ne üyeliğinin gerçekleşmesi, ne de özgürlükçü bir demokrasiye sahip olması mümkün gözüküyor.”
Ülkenin gerçek aydınları yıllardır “İrtica geliyor” dediler... “Şeriat devletine gidiliyor” dediler. “Karşı devrim yapılıyor” dediler. Dinletemediler. Enteller ve medya, Erdoğan’ın değiştiğini, merkeze kaydığını, AB’ye tam üyelik müracaatı yaptığını, dolayısıyla demokrat ve özgürlükçü olduğunu iddia ediyordu...
Şimdi tabak gibi ortaya çıkıyor ki... Demokrasiye gidiyor denilen yolun sonunda, farklılıklara tahammülsüz bir rejim, halktan da taban bularak ortaya çıkmıştır. Bu rejimin adı mı? Tartışmasız “İslamcı faşizm”dir... Geçmiş olsun...

ADI YOK...
Şükran Soner-Cumhuriyet
...
Yıllardır tanıdığım, bilimsel kimliğine, araştırma sonuçlarında yanılsamalara izin vermeyeceğine kefil olacağım Prof. Binnaz Toprak’ın yol göstericiliğinde yapılmış, mahalle baskısını ortaya koyan araştırma, besbelli, çarpıcı sonuçları ile çok uzun tartışılacak. AKP iktidarında ılımlı İslamın aldığı yolu, laiklere yönelik mahalle baskısının boyutlarını çok çıplak sergiliyor.

Hani bizler laikliğe aykırı mahalle baskısının boyutlarını anlatmak üzere örnekler verirken, dudak bükülüp, “Özel birkaç örneği genellemeyin, abartmayın..” diye suçlanıyorduk ya.. En sonunda bir araştırma, bizim yakınmalarımızın özel örnekler olmadığını, eşleri türbansız olanların kamuda iş bulma şanslarının kalmadığını, Anadolu’nun hoşgörüsünün tarihe karıştığını ortaya koyuyor..

Aslında yaşayarak edindiğimiz deneyimler, izlenimlerle araştırmanın sonuçları arasında sürpriz, şaşırtıcı en küçük bir yan, boyut yok. Yaşadıklarımız, bildiklerimiz bir araştırma sonucu ile de kanıtlanmış oluyor.

ARTIK ÖTEKİ TÜRKİYE’NİN İNSANIYIZ...
Reha Muhtar -Vatan

Araştırma Boğaziçi Üniversitesi ile Açık Toplum Enstititüsü tarafından “Türkiye’de farklı olmak... Din ve Muhafazakârlık eksininde ötekileştirilenler” adı altında yapıldı...

...
Türkiye’nin demokratikleşmesini, Avrupa Topluluğu standartlarını benimsemesini istediğini söyleyen Abdullah Gül’le, Bay Başbakan Tayyip Erdoğan bu tabloya ne diyecekler acaba?..

Mesela Bay Başbakan hep yaptığı gibi, “Beraber gidelim... Yerinde beraber inceleyelim... Yalan araştırma yapıyorlar... Yalan söylüyorlar... Yok böyle bir şey...” diyebilecek midir acaba?..

Avrupa Topluluğu’nun heyetleri, parlamenterleri, komisyonları, komiserleri ne diyecekler acaba?..

Bu insan tipi midir Avrupa standardı?..

Ya, Başbakan karşısında içki içip vaaz vermeyi “Türkiye’nin özgürlük sorununun halli” olarak gören, ruhu kiralanmış zevat bu durumu özgürlükler meselesi olarak görebilmekte midir acaba?..

Üç kuruş daha kazanmak uğruna döneklik yapanlar, biraz daha ünlensinler, arkaya iktidar gücünü alıp afra tafra yapsınlar diye utanmazca muhalif bütün seslere kara çalarak faşistleşenler, leş kokan Cihangir hayatlarına kimse dokunmuyor diye Türkiye’nin özgürlük sorunsalını aştığını söyleyen kirli suratlı ve kirli ruhlu enteller, bu tabloya ne diyecekler acaba?..

Dün gece kaç votka devirdiler kim bilir?..

Sabah sabah bunu düşünebilmek, o uyuşmuş kafalarla epeyce zor olsa gerektir...



TÜRKİYE NEREYE KOŞUYOR!
Mehmet Tezkan-Vatan

2008 Türkiyesi’nde böyle bir araştırmaya gerek duyulması bile vahim..
Ama maalesef bu hale geldik.. Getirildik..
Türkiye’nin yeni fotoğrafı şöyle:
Muhafazakar baskıyla birey ortadan kaldırılıyor.. Yerine tek tip, muhafazakar, cemaatçi, cemaat önderinin sözünden çıkmayan, renksiz bir yaşamı kabul eden kimlik ikame ediliyor..
Bu dönüşüm AKP iktidarının teşviki ile oluyor.. Aksi mümkün mü?
İnsanların anlattıklarına kimse münferit olaylar eskiden de oluyordu diye geçiştiremez..
...
Peki bu değişimin sonucu ne olur?
Araştırma şunu söylüyor Türkiye Avrupa Birliği’ne giremez. Özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiye sahip olamaz!
Sahi AKP özgürlükçü bir düzen için oy istemişti değil mi?
Bu nedenle de destek bulmuştu!
İşte sonucu..

“ÖTEKİLERİN” GÖZÜYLE SOSYAL BİLİM
Yasin Aktay-Yeni Şafak

...
Araştırmanın bütün denekleri CHP İl Örgütleri, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Eğitim-Sen, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Cem Vakfı gibi kuruluşlar tarafından tespit edilmiş.

Aslında bu şekilde tespit edilmiş deneklere gidildiğinde ne türden muhafazakârlaşma veya “mahalle baskısı” hikâyeleri çıkacağını öngörmek için sosyal bilimci olmak bile gerekmiyor. İnsanlar başkaları hakkında bir algıya sahip oldukları gibi, başkalarının gözünde nasıl bir algıya sahip olduklarından da genellikle habersiz değiller. Bir sosyal bilim çalışmasının bu çok sıradan gündelik hayat bilgisini bile dikkate almadan yürütülmüş olması düşündürücü.
...
Esasen Anadolu’nun bütün şehirlerinde yaygınlaşan üniversiteler şehir hayatını alabildiğine kozmopolitleştiriyor. Bölgeye nispeten yabancı, yani farklı unsurları, eğlence veya boş zaman-sosyalleşme kültürlerini şehre katarak toplumların değişimini hızlandırıyor. Türkiye’de değişim ve muhafazakârlıkla ilgili araştırmalar sadece bu unsuru bile hesaba kattıklarında farklı bir manzarayla karşılaşacaklardır.

Ali Bayramoğlu’nun 2006’da TESEV adına yürüttüğü ve “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz” başlığı altında yayınlanan çalışması uygun bir metodoloji ve bakış açısı uygulandığında sonuçların ne kadar farklı ve kapsayıcı çıkabildiğini, karşılaştırmalı olarak çok iyi gösteren iyi örneklerden biridir. Demokratikleşme sürecinde dindar ve laiklerin değişen dünyalarını karşılıklı olarak anlamaya çalışan Bayramoğlu böyle bir yerden bakınca Türkiye’de faklı unsurların birbirlerini ötekileştirerek ayrıştıkları noktalardan ziyade birbirleriyle yaşadıkları geçiş ve kaynaşma noktalarına odaklanmış.

Anlamayı gerçekten dert edince yapılacak şey de budur herhalde.

RAPORUN SÖYLEMEDİĞİ
Yeni Şafak-Fehmi Koru

Yıla başlarken “Türkiye Malezyalaşır mı?” sorusunu ‘mahalle baskısı’ kavramı eşliğinde tartışıyorduk; yıl sona erdi erecek, aynı konuyu bu defa ‘hoşgörü’ kavramı eşliğinde “Türkiye’de farklı olmak” başlığını taşıyan bir rapor vesilesiyle tartışıyoruz.
...
Raporun ‘bilimselliği’ üzerindeki soru işaretleri ortada dururken içeriğine yönelik değerlendirme yapmak makul bir yaklaşım tarzı değil. Buna rağmen, araştırmalarda hareket noktanız ve yönteminiz yanlış olsa da -nâdirdir, ama imkânsız değildir- vardığınız sonuç doğruyu yansıtabilir. Bu sebeple, mülâkat yapılan kişilerin yakınmalarını kişisel temelde değerlendirmeye alabiliriz.

Yaygın değilse de eleştiri konusu yapılabilecek kişisel yanlış uygulamaların varlığını kabul etsek ne olur?

Şu olur: Hep muhafazakâr kesimin baskı altında olduğuna, inançları istikametinde yaşamak isteyen kişilere hoşgörüyle davranılmadığına alışmış ve bunu sineye çekebilen bir toplumda, baskı yapan ve hoşgörüsüz davranan kişilere karşı-tepki oluşmaya başladığı anlaşılır...

Baskının baskı doğurmaya, hoşgörüsüzlüğün yeni hoşgörüsüzlükler üretmeye yarayacağı evrensel bir tespittir; eğer bu rapor gerçek tabloyu yansıtıyorsa toplum iki taraflı bir rahatsızlık duyuyor demektir. Kendilerine baskı yapıldığı yakınmasını işittiğimiz muhafazakâr kesimden birileri, tepkisini başkalarına baskıya çevirmiş oluyor...

“Türkiye’de farklı olmak” giderek daha güçleşiyorsa ülkenin geleceğinden endişe duymamız gerekir.

CHP’nin başlattığı açılıma kulak veren başörtülüler de, CHP açılımına koltuk çıkanlar da bu endişeyi anlamış olmalı. Açılıma CHP’nin siyasal rakiplerinden ve muhalif kalemlerden verilen destek de böylece daha başka bir anlam kazanıyor.

Baskılardan rahatsızlık duyanlar kendilerinin ürünü baskıcı ortamın değişmesini taleple işe başlayabilirler. Daha demokrat bir ülke özgür bir toplumla gerçekleşebilir ancak...

MAHALLE BASKISI-DEVLET BASKISI
İsmet Berkan-Radikal
Dikkat ediyorum, günlerdir gerek dini hassasiyeti yüksek gazetelerdeki yazılarda ve gerekse ‘liberal’ bazı köşelerde, konu tartışılır ve Prof. Binnaz Toprak ve arkadaşlarının çalışması yerden yere vurulurken, açık açık söylenmese de belirtilen bir husus var: ‘Velev ki böyle baskılar var, bu baskılara maruz kalanlar kaç kişi ki? Bu ülkede esas baskı görenler dindar insanlar.’
Evet, bu cümle, kimse tarafından tam bu netlikte söylenmese de okuduğum pek çok köşe yazısının altmetninde yer alıyor bana göre.
Türkiye’de dindar kesimler, özellikle de bu kesimlerin siyasileşmiş, siyasetle bilfiil
uğraşanları, dindarlara yönelik bir ‘devlet baskısı’ndan söz ederler.
Başörtüsü uzunca bir zamandan beri bu baskı söyleminin ön cephesini oluşturuyor. İnançlı kadınların kamu işyerlerinde başörtüleriyle çalışamaması, üniversiteye devam edememesi, başlarını açmalarının istenmesi ‘dindarlara yönelik baskı’ya en somut örnek olarak gösterilir hep.
Öte yandan, tarikatlerin ve cemaatlerin bir nevi yeraltı yaşam tarzını benimsemek durumunda kalması, bu konulardaki konuşmaların alçak sesle ve bir gizlilik perdesi altında yapılması vs. de ‘baskı’ örneği olarak söylenen şeylerden.
Zaten hep söylenen, ‘devlet baskısı’nı ortadan kaldırmak için siyaset yapıldığı, devletin ele geçirilmesine çalışıldığı.
Tabii bir karşı argüman da var, bunu en çok son on yılda eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dile getirdi: “Memleketin camileri açık, beş vakit ezan okunuyor, isteyen gidiyor namazını kılıyor, ramazanda orucunu tutuyor, haccına gidiyor, kurbanını kesiyor. Baskı nerede?”
Kim ne derse desin, gerçek durum ne olursa olsun, önemli olan baskı gördüğünü düşünen insanların algılamasıdır. Eğer dindarlar kendilerini baskı altında görüyorlarsa ve bu baskının devletten kaynaklandığını düşünüyorlarsa, bu kendi başına bir ‘gerçek’tir.
Nasıl ki, dini hassasiyeti daha farklı olanların, özellikle Anadolu’da dindarların baskısı altında yaşadıklarını düşünmeleri kendi başına bir ‘gerçek’se...
‘Siz kaç kişisiniz ki?’ konusuna gelince...
Bir kişi bile olsa yetmez mi? Bir kişi bile olsa, ‘Ben dindarların baskısı altındayım, kendi istediğim gibi yaşayamıyorum’ dese yetmez mi?
‘Siz kaç kişisiniz ki’ tavrının son derece demokrasi dışı, hatta faşizan bir tavır olduğunu görmek gerek.

GENELKURMAY’IN MAHALLESİNE DE BEKLERİZ
Yıldıray Oğur-Taraf

...
12 şehirde, aralarında CHP, ADD, Eğitim-Sen, Eğitim-İş, Alevi Dernekleri ve üniversitelerden “laik vatandaşların” olduğu 401 kişiyle yüz yüze görüşülerek yapılmış bir araştırma bu.

Araştırmanın amacı açısından bu tercih anlaşılır bir şey. Ama en baştan karşı cephe ile ilgili muhtemel öfkeli anlatımların içinde yer alabilecek yarı hurafe yarı gerçek hikâyeler, şehir efsaneleri, dedikodular, sınıfsal çekememezliklere karşı araştırmacıların daha mesafeli yaklaşması beklenirdi.

Ama öyle yapmamışlar. Hatta Türkiye’de her kesimin diğeri hakkında çok rahat uydurabildiği bu şehir efsaneleri, hatta geyik muhabbetleri hiçbir süzgeçten geçirilmeden araştırmaya ciddi veriler olarak girmiş ve yetmemiş araştırmayı yapanlar buralardan çok ciddi totolojik sonuçlara ulaşmış. Mesela araştırmanın, utanılmasa “tehlikenin farkında mısınız” denecek sonucu şu: “Anadolu kentlerinde AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaatlerin faaliyetleriyle birleşip Türkiye’nin geleceği hakkında kaygı verici bir ortam yarattığını düşünmekteyiz.”
...
Bu araştırma maalesef yeniden ortaya koydu ki Şerif Mardin’in üretip, demokrasi karşısında fena halde köşeye sıkışmış Türk laiklerine hediye ettiği mahalle baskısı kavramı, sosyolojik kıymetinden çok laiklerin elini güçlendiren bir mağduriyet kılıcı gibi kullanılmaya devam ediliyor. Ve böylece Türkiye’yi anlamak için çok elverişli olan bir kavrama yazık ediliyor.

Halbuki bir gün birileri belki yine Açık Toplum’un desteğiyle bir zamanlar Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun halefi Hilmi Özkök’e bile yapabildiğini öğrendiğimiz türden başka mahalle baskılarını da araştırabilseydi Türkiye resmi daha net önümüzde açılabilecekti.



OPERASYONEL ARAŞTIRMA!..
Ali Bulaç-Zaman

...
Kullanılan yöntem sorunlu, kavramsal çerçevesi hatalı, politik yönelimi taraflı. Kısaca “operasyonel” bir raporla karşı karşıya bulunuyoruz.

“Amaçlı örneklem” yöntemi doğası gereği “sorunlu”dur. a) Seçilen örnekler yanlıdır, belli bir ideolojiye bağlıdırlar, rekabet halinde oldukları kesimlere karşı önyargılıdırlar. b) Analitik düşünmekten çok politik iddialarına malzeme tedarik etme amacıyla olayları tahrif ederler, bazen de yalan beyanda bulunurlar. Araştırmanın mekanları her iki durumla malul: “CHP İl Örgütleri, ADD, Eğitim-Sen, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Cem Vakfı gibi kuruluşlar... AK Parti’ye ve dindar insanlara muhalif olarak bilinen eczane, mimarlık bürosu, doktor muayenehanesi ve işyerleri”.

Örnekler gerçeğin bir yüzünü kendilerince resmetmişlerdir. Büyük resim için mesela MÜSİAD, SP, Mazlumder, TGTV, Özgürder, Hak-İş, imam-hatiplere de gidilmeli. Bir de onların çizdiği resme bakmalı. Kategorik olarak “İslami kesimin ezildiklerine ilişkin söylemlerinin çalışmanın kurgusu ve kapsama alanı” dışında tutulması yeterince açıklayıcı.

Müslüman bir ülkede dinî vecibeler yerine getirilir. Garabet şu ki, “Cuma namazlarına-umrelere gidenlerin artması, Selamün Aleyküm diyenlerin, iftar daveti verenlerin çoğalması” gibi gündelik pratiklerin “Türkiye genelinde dindar kesimin laiklere uyguladığı mahalle baskısının en yaygın örnekleri arasında” sayılması.

...
Araştırmanın baskın karakteri operasyonel. Ana tema şu: “1999 yılında halkın yüzde 42’sinin Türkiye’de dindar insanlara baskı yapıldığı yönündeki kanı, 2006’da yüzde 17’ye düşmüş bulunuyor. AKP iktidarıyla birlikte İslami kesimin şikâyetleri azalmış, laik kesimin şikâyetleri de artmış”. Yani “laiklik zayıflıyor, irticai güçler öne çıkıyor”. Demek ki laiklik ve cumhuriyet tehdit altında! Harekete geçmenin meşruiyet çerçevesi oluşmuş. Hatırlayalım, O. Doğu Silahçıoğlu ne demişti: “Anayasal kurum ve kuruluşların da desteğini sağlayarak, laik Cumhuriyet’in yanında yer alan demokratik kitle örgütlerini, sendikaları, meslek kuruluşlarını ve ‘sol muhalefeti’ bir araya getirmek; geniş halk yığınlarını harekete geçirmek, - Hükümet üzerinde baskı oluşturarak, onu antidemokratik uygulamalarından vazgeçirmek, - Hareketin yarattığı etkiyle ‘sol muhalefeti’ giderek güçlü hale getirmek, - Sonunda hükümeti yönetimden çekilmeye mecbur etmektir.” (Cumhuriyet, 3 Şubat 2008.)

Maalesef araştırma söz konusu projeden kopuk görünmüyor. “Amaçlı örneklem” olarak seçilen “demokratik kitle örgütleri, sendikalar, meslek kuruluşları ve ‘sol muhalefet’in provokatif, tek yanlı, hilaf-ı hakikat beyanları ile Silahçıoğlu’nun seferber etmek istediği aktörler sanki aynı.

YILMAK YOK...
Hikmet Çetinkaya-Cumhuriyet

Bugün bırakın Anadolu’yu ...İstanbul ve Ankara’da laik İslamcı kutuplaşmasının ötesinde bir gerçek yaşanıyor. Ötekileşenler dinciler değil, laikler.

AKP iktidarı “devlet eli”yle yapıyor bu ötekileştirmeyi...

Anadolu sermayesi tarikatların eline geçti; laik, demokrat, yurtsever, Atatürkçü işadamları ise iflas bayrağını çoktan çekti.
....
Tarikatlar; siyasetten ekonomiye dek her yerde etkin konumdalar bugün. Devlet kadroları TSK dışında tümüyle tarikatların ve dincilerin elinde....

Kapitalizmin ağababalarıyla el ele, kol kola yürüyen tarikatçı ve dincilerin bu yükselişi benim de içimi acıtıyor.

Tepkisiz ve vurdumduymaz bir toplum yaratıldı: ,insanlar sindirildi ve amaca ulaşıldı!
İçim acıyor acımasına...yüreğime bir bıçak saplanıyor.
Tüm bunlara karşın yılmak yok, dönmek yok!



Sayfa Yükleniyor...