'Musa'nın Uykusu'na davetlisiniz

Türk Edebiyat dünyasına ilk kitabı 'Musa'nın Uykusu' ile giriş yapan Tuğba Doğan'la romanı ve yazım süreci üzerine konuştuk.

'Musa'nın Uykusu'na davetlisiniz

Genç yazarlara edebiyat dünyasında şans verilmesi, şans verilse dahi kalıcı olmaları oldukça zorlu bir durum. Bu durumu değiştirmek tabii ki biraz da biz okurların elinde. Tuğba Doğan'ın Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı 'Musa'nın Uykusu' ise bir ilk kitaptan çok, sanki olgunluk dönemi eserlerinden birisini okuduğunuzu hissettiriyor. Yazar sizi Zeliha'nın günlük telaşlarından alıp onun hayatına, geçmişine ve kardeşi Musa'yla olan ilişkisine doğru dolambaçlı bir yolculuğa çıkarıyor.

Tuğba Doğan'la yazarlık, romanın ruhu ve yazarken kendisine ilham veren şeyler üzerine konuştuk.

İlk romanınızla yazın hayatında yerinizi aldınız. Genç yaşta böylesine etkileyici bir roman yazdığınız için öncelikle tebrik ediyorum. Henüz erken olabilir belki ama, ilk romanınızı yazmış olmak, basılı halini elinizde tutmak, raflarda görmek size neler hissettirdi?

Yazmak kısmı çoğunlukla sıkıntılı, huzursuz, yorucu fakat bütün bunlarla birlikte ve bu yüzden çok güzeldi. Son cümle yazılıp da defteri kapattığımda bir tür rahatlama yaşayacağımı varsaymıştım. Öyle olmadı. Roman yayımlanıp da karşımda gördüğüm, elime aldığım ilk an gelecek herhalde o rahatlama diye düşünüp kendimi avutmaya çalıştım ama öyle de olmadı. Belli belirsiz, anlık bir memnuniyet hissettim, kitapçıdan çıktım, yürümeye başladım; bu duygunun etkisiyle ilk birkaç adımı her zamanki ritmimden farklı; daha hızlı attım sanırım, ama birkaç metre sonra adımlarım yavaşladı; her şey normale döndü. 

Genç yaşta diye özellikle belirtmiş olmamın sebebi romanda kullandığınız cümlelerin neredeyse hepsinin bir imbikten damıtılmışcasına, konsantre ve 'ağır' olması. Cismen bu kadar ince olan bir kitabın manen bu kadar ağır olmasını nasıl açıklarsınız?

“Lehçetü’l Hakâyık” adlı eserinde Âli Bey, şiirden “darası alınmış söz” diye bahseder. Bu ifadeyi ilk okuduğumda çok heyecanlanmıştım ve onda edebiyattan anladığım şeyin bir tür çekirdeğini gördüğümü düşünmüştüm. Okumayı sevdiğim metinler bende bu hissi uyandıran metinler oluyor her zaman. Dolayısıyla yazarken de buna yaklaşmayı deniyorum. Kelimelerin kendi hayatları, ağırlıkları, şiddetleri var; bunların hakkı verilmeli. Hayatla kurduğunuz ilişkinin dolayımı kelimelerse, böyle bir kararlılık içindeyseniz onları çalışmak durumundasınız. Bunun için de etrafındaki fazlalıklardan arındırmalı, ne kastediyorlarsa onu etmelerini sağlamak için çabalamalı diye düşünüyorum. Bu anlamda  yazmak her zaman defalarca baştan yazmaya, vazgeçmeye, elemeye, havalandırmaya, azaltmaya ihtiyaç duyuyor.

"...Çünkü Musa başından beri ayrılmayı bilmiyordu. Yaşamak için ayrılmak gerektiğini bilmiyordu. Dünyaya geliş hikâyesinde bütün hayat hikâyesinin kalbi saklıdır, kaderinin şifresi bu ilk sahnede, gecikmeli gerçekleşen doğumunda gizlidir. Nasıl annesinin karnından vakti geldiğinde ayrılamadıysa daha sonra da hiçbir yerden hiçbir şeyden zamanında ayrılmasını bilmeyecekti. Sıcak su musluğunun, kış yağmurunun, komşu kadının halı silkelediği balkonun altından; yaya geçidinin, yürüyen merdivenin, tren raylarının üstünden, çatapat patlatan oğlanların, hasta sokak köpeklerinin, can çekişen kedilerin yanından. Son olarak da yangından. Musa ayrılmayı bilmiyordu. Oysa hayatta kalmanın koşulu doğru zamanda ayrılmasını bilmektir. Önce anne karnından ve sonra da sırasıyla her şeyden."

Klişe olacak belki ama romanın ana kahramanlarından Zeliha ile aranızdaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Okuyucu olarak Zeliha karakterinde sizden birşeyler gördüğümü hissediyorum. O da sizin gibi çeviri, yazarlık ve editörlük yapıyor. Tüm bunlar birer tesadüf mü yoksa kendi karakterinizin Zeliha'ya olan birer yansıması mı?

Hiç eskimeyen bir soru. Borges “Yazılan her şey otobiyografiktir.” diyordu. Edebiyat insan ruhunun araştırılmasıdır ve yazmak da bana göre insan ruhunun sabit olmadığından, zaman-mekan-karşılaşmalar içinde her an yeniden ve yeniden tanımlanabilecek farklı veçhelerinin, tonalitelerinin olduğundan bahsetme işidir. Bu açıdan bakılırsa yazdığım her hikaye kişisinde benden bir şeyler olduğu –ve kaçınılmaz olarak olacağı- doğrudur, fakat eğer ben Zeliha isem aynı zamanda Musa’yım; Nurhan, Cumhur, Emin ve romandaki diğer karakterlerim de.. Diğer bir açıdan da hiçbiri değilim. Onlardan biri olabilseydim Musa’nın Uykusu’nda yaşayıp gidiyor olurdum, üstelik muhtemelen hikayesi yazılmış herkes gibi huzurlu da olurdum fakat maalesef öyle değil.

Romanınızda dikkatimi çeken bir diğer şey de anlatıcı oldu. Kimi zaman Zeliha'nın kafasının içine giriyoruz kimi zaman 'tanrısal anlatıcı'nın anlatımına şahit oluyoruz. Bu ikili kullanım hikayeninizi anlatırken romanın geneline nasıl hizmet etti?

Romanda 1. Tekil anlatıcı olarak Zeliha, tanrısal anlatıcı ve yer yer diğer karakterlerin de sesi var. Zeliha dünyayı kendi durduğu yerden okuyor, ahkam kesiyor, diğerlerini tanımlıyor, yargılıyor, her insan gibi kendince dünyayı ve etrafındakileri anlıyor. Fakat “aslında tam da öyle değil” ya da “acaba sadece bu kadar mı, yani her şey senin sandığın gibi mi?” anlarında da diğer sesler ve tanrısal anlatıcı giriyor işin içine. Bir adalet ve çokseslilik arayışı diyebiliriz buna. Hikayenin baş karakterine aşık olmak, onun her sözüne iman etmek ve hep onu konuşturmak pek çok açıdan çok kolay ve yazmayı da muhtemelen kolaylaştıran bir şeydir ama ben hiçbir yaşantının tek bir faili, hiçbir kusurun tek bir sebebi olacağına inanmıyorum.

Zeliha'nın öyküsü kimi zaman kendimi bir Miyazaki filminin senaryosunu okuduğumu hissettirdi. Zeliha bazen Ruhların Kaçışı'ndaki (Spirited Away) Chihiro olarak canlandı gözümde. Sizin kitap yazım sürecinde etkilendiğiniz, filmler, müzikler ya da kitaplar neler oldu?

Spirited Away benim çok sevdiğim filmlerden biridir. Metnin sizi oraya göndermesinden çok memnun oldum. Her insan artan ve azalan sonsuzcasına fazla etkilerin bir tür toplamıdır diye düşünüyorum. Ve ben bir yazardan çok her zaman öncelikle bir okurum, okumayı en geniş anlamıyla alıyorum burada, bir müziği, bir filmi de okuruz. Yazmak da okuduğum her şeyle konuşma çabamın kendisidir. Dolayısıyla etkilendiğim, etkilenmekten çok hoşlandığım ve etkilenmekten rahatsız olduğum onlarca yazardan, şairden, müzisyenden, yönetmenden bahsetmek mümkün. Ama en genel anlamıyla Eski Ahit, Kur’an ve Spinoza’nın Etika’sının beni defalarca yeniden ve yeniden etkilediğini söyleyebilirim.

Kitap okurken müzik dinlemek çoğu kişi için büyük bir keyif. Okuyucular için yazarın iç dünyasını bi nebze de olsa tanımak açısından dinlediği müziğin de önemli olduğunu düşünüyorum. Siz kitabı yazarken neler dinlediniz?

Musa’nın Uykusu’nu yazarken en çok Anouar Brahem’in “Le Pas Du Chat Noir”, “The Astounding Eyes of Rita” ve “Thimar” albümlerini, Olafur Arnalds’ın “Living Room Songs”, Myriam Alter’in “Where is There” albümlerini, Darren Aronofsky’nin The Fountain filminin Clint Mansell’e ait soundtrack’ini ve Zbigniew Preisner’in, Kieslowski’nin Renkler üçlemesinden Bleu için yaptığı soundtrack albümünü dinledim. 

Yazar Hakkında

'Musa'nın Uykusu'na davetlisiniz - 1


Tuğba Doğan 1981’de doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisans programından “Kaybetmenin Anlatısı: Mai ve Siyah, Huzur ve Tutunamayanlar” başlıklı teziyle mezun oldu. Çeviri ve denemeleri Cogito, Toplumbilim, Notos, Yeniyazı gibi dergilerde ve çeşitli derleme kitaplarda yayınlandı. Çevirmenlik ve senaryo yazarlığı yapıyor.

Sayfa Yükleniyor...