Şiddetle yoğrulan karanlık dünyalar

''İkisinin de hayatı yanlış anlamayla geçiyor. Birçok noktada yanlış anlaşılıyorlar. Ve birçok noktada da yanlış anlıyorlar...'' Türk edebiyatının en güçlü kalemlerinden Hakan Günday yeni kitabı 'Az'da şiddet dolu iki hikaye anlatıyor...

Şiddetle yoğrulan karanlık dünyalar

11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu 'mezarlık çocuğu' Derda’nın kesişen hayatları...

Hakan Günday yeni kitabı 'Az'da şiddetle yoğrulan iki hikaye anlatıyor. Geniş bir coğrafyaya yayılan hikayeler boyunca tarikatların, korucuların, uyuşturucu satıcılarının, gaspçıların, orospuların, mazoşistlerin dünyasına giriyor, bu karanlık ve kapalı dünyaların arasında adeta şiddetin tarihini yazıyor.

Günday, hikayelerinin sert bulunmasıyla ilgili, ''Artık yıllar sonra fark ediyorum ki bir yemek tarifi versem de böyle anlatacağım galiba. Başka türlü anlatamıyorum.'' diyor. Onun başka türlü anlatamadığı hikayeler, Türk edebiyatının en eşsiz eserlerine dönüşüyor.

Günday ile, yatılı okuldan mezarlığa, küçük bir köyden Londra'ya, 11 Eylül saldırılarından Oğuz Atay'a uzanan romanını ve tabii şiddeti, baskıyı, korkuyu, karanlığı konuştuk:

Kitabın adından başlayalım istersen...
Her şey kelimeyle başladı. Kullandığın enstrüman sözlükteki kelimelerden ibaret olduğu için her şey Türkçede başlıyor. Bütün hikaye bir kelimenin sana düşündürdüğüyle başlıyor. Belki de işin büyülü tarafı o kelimeyle alakalı. Gerisi bir zanaat, oturup çalışmayla alakalı. Ama o ilk karşılaşma kelimeyle oluyor. Bu sefer o kelime 'Az' oldu. Birbirinden bu kadar uzak olan, bir alfabe kadar uzak olan iki harfin birlikte ses çıkarabilmeleriydi beni etkileyen tarafı. Birlikte ses çıkarmak üzere buluşmaları. İki ihtimalin en düşük olduğu harfler. Ama görüyoruz ki, Türkçede bir araya gelmiş, okunuyorlar bu harfler. Dolayısıyla bu iki harfin hikayesi nasıl anlatılır demeye başladığınız zaman romanı düşünmeye başlıyorsunuz. Ve bunları insanlara, karakterler dönüştürüyorsunuz. Alfabeyi yeniden hikayeleştiriyorsun aslında. Böylece A ve Z yaşamaya başlıyor. Önlenemez bir çekim yaşıyorlar aralarında, birlikte okunmak için.

A ile Z'nin bir araya geldiği bu hikayede başrolde şiddet var diyebilir miyiz?
Tabii tabi... Şiddet, 'tarafından biçimlendikleri' bir kavram... Yani şiddet biçimlendiriyor. Şiddet onlara biçimlerini veriyor. İçine doğdukları şiddet ve sonrasında tarafı oldukları şiddet. Daima şiddetin yönlendirici tarafı olduğunu görüyoruz ve şiddetle olan ilişkilerine göre karakterlerin özelliklerini tanıma fırsatı buluyoruz. Şiddet insanı kolay çıplaklaştıran bir eylem. İnsanın derhal reflekslerini uyandıran bir şey. Ve romanda şiddet karşısında o refleksi susarak, sessiz kalarak kendini ortaya çıkaran karakterler var. En ağır şiddeti onlar yaşarlar. Çünkü şiddetin bir de üçüncü tarafı vardır. Sessiz kalanlar. Onlar da bu işe dahildir. Onların tavırları belki de şiddetin devam edip etmemesine karar verendir. Çünkü seslerini çıkarıp bağırsalar ve müdahil olsalar belki de her şey değişecek.

İki baş karakter içinde geçerli bir durum değil mi?
İkisi de şiddet içinde yoğrulup şiddetle kurdukları ilişkiye göre hayat kuruyorlar kendilerine. Ve içlerindeki hiç kullanılmamış sevgiyi de akıtacak bir yer arıyorlar. Hayatları boyunca... Çünkü hiç kullanılmamış bir sevgi küresi var içlerinde. Bu küreyi içlerinden çıkarıp hediye edecekleri bir yer, bir kişi, bir varlık arıyorlar. Ve o aslında onu herhangi birine sunma isteği ve sunacakları kişiyi aramalarıyla da ilgili hikaye. Belki de şiddetin yoğunluğu bunu getiriyor.

Bu hikaye ve şiddet ancak bu karanlık dünyaların içinden mi anlatılabilirdi?
Hikayenin yerini bulması açısından belki de birbirinden a ve z kadar uzak olan çevrelerden anlatılması gerekiyordu. Tabii ki ortak noktaları toplumda istisnai haller olmalarıyla da ilgili. Şart mıydı ‘kapalı devre’ diyeceğimiz dünyalardan çıkmaları? Belki de şarttı, farklı çevrelerden insanların birbirlerini ne kadar yanlış anlayabileceğine örnekler vermek adına. Çünkü ikisinin de hayatı insanları ve insanların da onları yanlış anlamasıyla geçiyor. Birçok noktada yanlış anlaşılıyorlar. Ve birçok noktada da yanlış anlıyorlar. Bu yanlış anlaşılmanın derecesini yükseltmek ve daha da görünür kılmak için onları istisnai çevrelerden çıkarmam gerekiyordu. Sonuçta belki de şarttı. Karanlıkta görmeni sağlayacak tek şey aslında gözlerinden çıkan ışıktır. Dolayısıyla onların gözlerinden hikayeyi görmek için şarttı.

Böylece bu kapalı devre dünyalar da biraz daha görünür hale geliyor...
Bu akademik bir makale değil. Buradan yola çıkarak orada bahsedilen oluşumlar hakkında net fikirlere sahip olmak mümkün değil. Sadece kapalı devre oluşlarından dolayı ihtimal bir olay üzerine aslında. Her zaman olacak değil ama olabilir. Çünkü kapalı devre olma bunu gerektiriyor. Belki aynı zamanda istikrarı getiriyor, sorgulamadan yaşamasıyla ilintili olarak huzuru da sağlayabilir. Ama en nihayetinde bir patlamayı ve infilak etme isteğini de getirebilir. Bu şiddet bir bakış bile olabilir. Şiddet kişi mağduriyetlerinin ortaya çıkması, dillendirilmesi kapalı toplumlarda çok daha zordur. Çünkü birçok şey dört duvar arasındadır. Hatta dört duvardan daha içeridedir, gömülmüştür, toprağın altındadır. O yüzden böyle çevreler gerekiyordu. Her oluşumun -hepsini 3 boyutlu olarak düşünürsek- 360 derecelik bir boşluk vardır çevresinde. Ve her derecede görünümleri değişir. Bu kitapta da her oluşumu bir dereceden görebilirsin. Bu sadece hikayenin ihtiyacı kadar anlatılan profili.

‘Doğu’, ‘doğululuk’ kavramının hikayedeki yerinden bahsedebilir miyiz?
İletişim bozukluğuna örnek vermek adına kitapta duran bir kelime. Doğu ve diğer kelimler iletişim bozukluğunu iki insan arasından çıkarıp bunun ne noktalara varabileceğini göstermek adına oradalar. İki insanın birbirini anlamakta zorlandığı dünyada milyarlarca insanın taraf olduğu bir iletişim biçimin sağlıklı olduğunu düşünmek çok zor. Aile içinde, koşulsuz sevgiyle bağlandığın insanlar arasında bile iletişim ne kadar sorunlu, farklı coğrafyalar, büyük topraklar arasındaki yanlış anlaşılmaları düşünün! Bunun sebepleri var. Başta karşıyı kendinden yola çıkarak anlama çabası. Halbuki iletişimde en büyük sorun bu filtreleme sorunudur. Karşındakini kendi filtrenden geçirerek anlamaya çalışırsan o anlama çok eksik kalacaktır. Halbuki süzgecinden geçemeyenlerdir anlaman gereken. Ama sen anlamak istemiyorsundur sana aykırıdır yapılan. Bu aşılması gereken durum. Doğu ile Batı oradalar varlar. Biri diğerini adlandırmış, kendine göre; Doğu, Orta Doğu, Yakın Doğu diye. O dönemde sözü geçen diğerine isim koymuş. İsim koymaktan o şiddeti görüyorsun. Daha sonra canları nasıl istiyorsa öyle anlamışlar. Ve biz buna iletişim demiyoruz, yaftalamak diyoruz. Önyargı diyoruz.

YANLIŞ ANLAŞILMALAR ÜZERİNE
Kitapta adı geçen, hikayeye dahil olan 11 Eylül Saldırıları, Londra’daki patlamalar vs.. gibi olayları da bu 'iletişimsizlik' üzerinden mi okumalıyız?

Evet, evet... Bu romanda bir tarafta 11 Eylül var, bu gerçekten vardır ve örgütsel bir olaydır ama bir yandan da tek bir kişinin kızgınlıkla yola çıkarak bir şehri çökertme isteği vardır. Ama sonuçlar aynıdır. İkisinde de o bombalar patlayacak, zararlar verilecektir. Ama kimse o tek kişiyi anlamaya yönelmeyecektir. O tek kişiye, onun yaptığına inanmayacaktır. Büyük düşman, örgütlü bir yapı aradığı ve çok kolay da bulduğu için herkes rahat uyuyor. Orada büyük düşman var. Çok uzakta bir düşman vardır; bazen Afganistan bazen Pakistan. Ve sen eminsindir sana onlar saldıracak, başka kimse saldırmayacak. Tek bir kişinin canını yakıyor olamazsın, ya da tek bir kişi senin canını yakamaz. Görünmez bir düşman var zaten. Birileri onunla ilgili haberler yapıyor sen de onlar üzerinden bir fikir oluşturuyorsun. Yani bu yanlış anlaşılmalar üzerine bir hikaye…

Sado-mazoşizmle ilgili bölümü de, kavramın kendisini de Doğu-Batı ile ilişkilendiriyorsun…
Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler sadece antlaşmalardan ibaret değil. Ve olaylara çok farklı gözle bakılmalı. İlişkileri şiddet boyutundan incelersen o ilişkinin ne kadar barışçıl olup olmadığını da, tarafların ne kadar iyi niyetli olduğunu da anlamak mümkün. Burada baskının nereden nereye doğru yönlenmiş olduğunu, şeklini, çıkış noktasını, amacını görmek kameralar karşısında başkanları toklaşırken görmekten daha enteresandır. O baskılar en nihayetinde birer duvar ve o duvarlardan sekiyorsun. O baskıların yönlendirmesi doğrultusunda gidiyorsun bu da zaten doğduğun hayatın seni belirlemesi oluyor. Sonrasında bilinçlendikçe ve canın yandıkça o baskılardan kaçıyorsun ve baskıların seni yönlendirmediği yere kaçıyorsun, ve kaçarken de başka hayatlara giriyorsun. Bazen de kaçarken öyle bir sekiyorsun ki sen başkasına baskı yapıyorsun.

İki karakter de ne yaparsa yapsın hep aynı insanlara rastlıyorlar. Bu da demin bahsettiğiniz kapalı devre dünyaların çıkışsızlığını mı gösteriyor?
Çok haklısın tamamen bununla ilgili. Hem bu çarpışmaları anlatmak, bunu bir fizik kanunu olarak kabul etmek; çünkü Hayat çarpışmaların sonucudur ve bundan ibarettir. Tesadüfleri düşünmektense bunu kabul edip kişilerin geleceğini böyle algılaması var. Bir yandan da söylediğin gibi bu kapalı devrelik var. Aynı insanların hep görünmeleri, daima çevrende olmaları… Ve aslında o insanların ismi farklı olabilir farklı kişiler de olabilir ama hiç bir şey değişmeyecek. Eğer sana yıllar önce şiddet uygulamış biri varsa yıllar sonra sana yine birinin şiddet uygulayabileceğini ve bu rolde başka birisinin olabileceğine dair bir örnek. Aslında şiddeti uygulayan değişebilir ama ben isimleri bilerek aynı tuttum ki daha da net görünsün. İnsan ilişkileri belki de değişmeyen tek hikaye. İstersen bir uzay mekiğinde geçsin ister bir Robinson ile Cuma arasında geçsin. Onun için Shakespeare hala bir referans hikayeler bütünü, ya da mitoloji…

İYİ OLAN TEK ŞEY OĞUZ ATAY
Gelelim Oğuz Atay'a... Karakterler için de, hikaye için de çok önemli bir isim. Neden bu kitapta Oğuz Atay var?

Bu kadar şiddetin ve acımasızlığın olduğu yerde o sevgi küresinin bir şeye (ne olduğunun hiç önemi yok) akması, dökülmesi gerekiyordu. Bunun bir sanat eseri olmasını istiyordum. Sonrasında Oğuz Atay’ın benim hayatımda çok önemli olduğu, Türkçenin kullanımına dair en iyi örnek olduğu için bu sanat eserinin Oğuz Atay edebiyatı olacağına karar verdim. Özellikle o muazzam Türkçeyle anlattığı hikayelerinde o kırılgan insanların varlığı da çok uyumlu olduğu için ‘Az'la. Orada öyle bir şey olsun ki masum olsun, saf olsun. İkinci bir yüzü olmasın. O Oğuz Atay'dı. Yine Oğuz Atay'ın Korkuyu Beklerken deki o son cümlesi de beni çok etkilemiştir: ‘’Ben buradayım sevgili okur acaba sen neredesin?’’ demesi de beni etkilemiştir. Onun gibi birinin bunu yazmaya ihtiyaç duyması…

Şiddetle yoğrulan karanlık dünyalar - 1

Korku karakterlerin hayatlarında önemli bir kavram peki umut? Umudu olumsuz bir kavram olarak ele alıyorsun…
Çünkü umut bir resim. Bir elma resmi gibi. Elma orada ama onu yiyemeyeceksin. İştah açıcı bir şey. Ben onu anlatmak istiyordum. Yaşama isteğiyle ilintili bir duygu Bu duygunun aslında ne kadar zarar verici olabileceği ile ilgili. Yani baktığın zaman çevrene, dünyaya, siyasi gelişmelere; şiddet olayların başlangıcında umut var. Bir kelimedir ama birçok anlamı vardır. 100 tane anlamı varsa 100'ü de birbirine terstir. Onun için onu topyekun zararsız olarak kabul etmek mümkün değil. Umudun bir iyi etkisi 99 yan etkisi vardır. O bir etki de gerçekleşmediği için umut hala orada duruyordur.

‘’Baksana, o kadar seksi olmalılar ki, her yerini kapatıyorlar.''

‘Bakış açısı’ romanın her sayfasına siniyor. Yabancıların örtünmeye olan bakışı gibi;
Yanlış anlaşılmaya bir örnek. Hayat hiç bir zaman senin kurguladığın gerçeklikte olmayabiliyor. Sen herhangi bir davranışı belirli sebeplerle yapıyor olabilirsin ama bunun sonuçları hayal ettiğin gibi olmayacaktır. Dışarıda da başka hayal dünyaları olan insanlar vardır. Senin için çok evrensel olduğun davranış kendi odan kadar yereldir. Düşünceleri ve iletilim tekniğin o kadar yerel olabilir. O yüzden sen herhangi bir cinsel niyeti kesmek adına giyinebilirsin ama bu başka fikirler uyandırabilir. Odandan çıktığın anda...

YEMEK TARİFİ VERSEM DE...
Son olarak; yine ‘sert’ bir hikaye olduğu için soruyorum. Yazdıklarının ‘sert’ bulunmasıyla ilgili ne düşüyorsun?

Aslında bu Türkçenin kullanım biçimi. Artık yıllar sonra fark ediyorum ki bir yemek tarifi versem de böyle anlatacağım galiba. Başka türlü anlatamıyorum. Belgesel kamerası gibi anlatmaktan uzaklaşamıyorum. Belgesel kamerası da gösteriyi de gösterinin arkasını da alacaktır. Her açıdan bakmak zorunda hissediyorum. Taraf tutmayınca da sertmişsin gibi gözüküyor. Taraf tutmadığın zaman, şiddet kaynağını her açıdan anlattığında birden onu anlarken şiddetle bir ilişki kurarken bulabiliyorsun kendini. O sertlik oradan geliyor olabilir. Ama bu bir üslup. Baktığın zaman otobiyografik olan şey tarzdır aslında. Hayattan ne anladıysa tarzında vardır, anlattığı hikayede de seçtiği karakterlerde. Bunlar işin zanaat kısmı, matematik kısmı. Bir kitapta tarza ait bir şey görüyorsan o yazarın anlatmak istediğidir. Farkında olmadan yaptığı şeydir, üsluptur.

''Ve bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirilir. bu kadar basit.''

'Az' Doğan Kitap etiketiyle kitapçılarda.

Sayfa Yükleniyor...