Bin yıllar önce zamanın yavaş aktığı, bomboş arazilerde yaşanan mucizeler daha net görülebiliyordu. Şimdilerde eve ölmeden gitmek mucize sayılıyor. Her birimizin ruhunda bir korku imparatorluğu var. İstemeye istemeye yönettiğimiz krallıklarımızdaki korku askerleri, bize karşı ayaklanmaya hazırlanıyor. Korku öldürür, korku kaybettirir. Bunu bile bile bekliyoruz. Çünkü bir yandan o son basamağı da görmek istiyoruz. O karanlık merdivenin son basamağı nereye çıkacak merak ediyoruz. İnsanlardan örülü basamakların üzerine basarak bugünlere gelmediğimiz için şükredip, birbirimize sığınıyoruz.
Sorumluluklar, ev kirası, çalar saat, elektrik kesintisi, yeni bir ayakkabı, bolonez soslu spagetti, arabanın borcu, bireysel emeklilik...diye diye yıllar geçiyor... Sanki bir tek kitapların ve filmlerin ruhu değişmiyor. Aslında değişiyor sadece meydan okumaktan vazgeçmiyor. 32 yaşındaki Seray Şahiner’in kitabı “Kul” da ince ince okuyor canımıza. Mercan’ı anlatıyor Seray. Kocası terketmiş, çocuğu olmamış, soğumuş, incelmiş, Samatya’nın bodrum katında güneşsiz kalmış, apartmanların basamaklarını 3 kuruşa silmekten yorulmuş bir kadın Mercan. Aydınlık bir sabahta, boğaz manzaralı bir evde, bol köpüklü lattenin yumuşak tadı boğazdan akarken yutulabilecek bir hikaye değil onunki. Sonu gelmeyecek bir yalnızlık hali. Ana rahmindeki gibi ama korunmasız. Kimseye hesap vermeden ama sevgisiz. Hayalci ama deliliğin sınırında. Ah Mercan... Sabret, gideceklermiş şehirden. Ve Seray, yalnızlığın ve haksızlığın ruh halini anlattığın için teşekkür ederim...
Dünya, ciğere çekilebilecek bir şey olsaydı. İçine toprağı koyup sarılabilecek... Nefes alırken bile hesap vermek zorunda kalınan bir yer olmak yerine, herkese yetebilseydi. İstanbul daha kolay bir şehir olsaydı. Arabalar birbirine yol verse, insanlar birbirine el verseydi. Canımız daha az yansaydı. Temenniler, dualar, çıkış yolları... İstanbul’u deneyen çok arkadaşım oldu. Benim gibi küçük şehirlerden gelip, karanlığa balıklama daldılar. Kimimiz boy verdik, kimimiz daha sığda boğulduk. Bata - çıka yüzmeyi öğrendik çok şükür. Bazıları geri döndü anne evine. Cepleri hep ağırdı vücutlarına, çünkü yüzlerce anıyla doluydu. Kaybedenler, başka bir şehirde devam etti yediği golleri saymaya. Kaybetmediğini düşünen bizler de şut çekmeyi öğreniyoruz hala. 31 yaşındaki Burak Soyer’in kitabı “Zıvana” İstanbul’un mideye indirdiği ve Çanakkale’ye zorunlu dönüş yapan Sarı’nın hikayesini anlatıyor. Sarı, derdi sıvılaştırıp şişeden, kağıda sarıp sigaradan içiyor. Ciğeriyle bir anlaşma yapmış, ölmüyor. Monotonluk maratonuna seyirci olarak katılanlardan. Kadın, gece, ağaç altı, deniz havası... Doğayla uyumlu Sarı uykuya yatarken teslim oluyor gerçeğe. Gerçek dediğin şey: Başarısızlık. Geceleri ağlayan Sarı, gündüzleri ise adını hep başkalarının koyduğu şeyleri yaşamak yerine uyuşmayı tercih ediyor. Avareliğin son temsilcisi Sarı... Az kaldı, hep beraber gidiyoruz kıyamete. Ve Burak, geçtiğimiz, kaldığımız hatta geri dönmek istediğimiz yolları anlattığın için teşekkür ederim...
- Etiketler :
- Haberler -
- Sanat