CHP: Bu tohumların hasadı 2015'e

CHP bir yıl önceye göre kadro olarak da, siyasi çizgi olarak da epey farklı bir yerde duruyor. Ancak tarihteki örneklerin de gösterdiği üzere, ‘Yeni CHP’yi seçmenin anlayıp benimsemesi için zamana ihtiyaç var.

CHP: Bu tohumların hasadı 2015'e

’deki halen faal siyasi partilerin en köklüsü olan CHP, yeniden açıldığı 1992’den sonra girdiği 5. genel seçimde ilk kez Deniz Baykal’dan farklı bir ismin liderliği altında boy gösterecek. 2002’de milletvekili olan eski SSK Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu, elindeki yolsuzluk dosyalarıyla AKP Genel Başkan Yardımcıları Şaban Dişli ve Dengir Mir Mehmet Fırat’ı makamlarından istifa etmek zorunda bırakmasıyla kamuoyunun dikkatini çekmişti.


Kılıçdaroğlu’nun popülaritesini arttıran ikinci gelişme, Mart 2009 yerel seçimlerinde partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak gösterdiği performanstı. Kılıçdaroğlu neticede hâlihazırdaki Başkan Kadir Topbaş’a kaybetti, ancak dönemin CHP İl Başkanı Gürsel Tekin’in damgasını vurduğu başarılı bir kampanya sonucu bir önceki seçime göre partisinin oylarını sıçrattı.

Aynı seçim günündeki iki farklı rakam bile “Kılıçdaroğlu etkisi”ne örnekti: İstanbul İl Genel Meclisi seçiminde CHP oyların yüzde 33.4’ünü almış, Belediye Başkanlığı seçimindeyse Kılıçdaroğlu yüzde 36.8 oranında oy almıştı. Belli ki maya tutmuştu. Seçim öncesindeki kimi spekülatif iddialara göre Genel Başkan Baykal, Kılıçdaroğlu’nu, kazanması muhtemel Ankara yerine İstanbul’dan aday göstererek “harcamak” istemişti. Hakikat ne olursa olsun, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önü açılmıştı artık.

CHP, 12 Haziran seçimlerine girerken ortaya koyduğu söylem ve programın ipuçlarını Mart 2009 yerel seçimlerinde vermişti aslında. AKP’nin pek çok insanı şoke eden ezici üstünlüğüyle neticelenen Temmuz 2007 genel seçimlerinde CHP son derece tutucu, o günün statükosunu savunan ve sahiplenen, her açıdan defansif bir söylemle seçmen karşısına çıkmıştı.

Anayasa Mahkemesi’nin kötü şöhretli “367 kararı”yla çıkmaza giren Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarını odağa almış, laiklik ve sonradan çokça eleştirilecek olan “yaşam tarzı” temalarına dayalı bir kampanya yürütmüştü. MHP ile arasındaki farkları silikleştiren milliyetçi (ulusalcı) bir dili benimsenmiş, Kürt sorununda “açılım” teşkil edecek herhangi bir siyaset ortaya koymamış, hatta ulusal bütünlüğün tehlikede olduğu mesajlarıyla seçime gitmişti. Türkiye’de resmi makamlarca ve medyanın biçimlendirdiği kamuoyunca “Kuzey Irak” diye adlandırılan Irak Kürdistanı topraklarında PKK’nın faaliyetlerine karşı gerekli adımların atılmadığı, hükümetin askeri önlemler açısından zaaf içinde olduğu eleştirileriyle, CHP, MHP ile ortaklaşmıştı.

İLK İŞARETLER 2009’DA
2009 yerel seçimleri ise bu siyasi hattan kopuşun işaretlerini vermekteydi. Yoksulluk ve yolsuzluk gibi temalar işlenmeye başlanmış, parti neredeyse 10 yıllık bir aradan sonra sosyal demokrat yanını ortaya koymaya başlamıştı. Ancak parti yönetimi ve kadrolarında en ufak bir yenilenme bile yoktu, Genel Başkan Baykal ve Genel Sekreter Önder Sav tüm haşmetleriyle makamlarındaydı. Söylemdeki yenilenme, kadrolar ve ana siyasi çizgilerde bir yenilenme olmadan esaslı bir dönüşüm anlamına gelir miydi?

2009 Yazı ve Sonbaharı, yukarıdaki sorunun yanıtının olumsuz olduğunu gösterdi. Hükümet adı önce (gayrıresmi olarak) Kürt Açılımı diye geçen, akabinde Demokratik Açılım diye adlandırılan, ancak bu da “fazla” gelince Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ne döndürülen bir “şey”le kamuoyu karşısına çıktı. Günün sonunda, Başbakan ve Bakanların yaptıkları onca toplantılar, yazarlardan sporculara kadar uzanan topluluklarla bir araya gelmeler, Habur’dan bir grup PKK’lının yurda giriş yapması olayı haricinde hiçbir somut sonuç doğurmadı. Bugün artık Açılım’ın A’sı bile anılmıyor.

İktidar kanadı aylarca havanda su döverken CHP’den de anlamlı, yapıcı bir katkı yahut eleştiri gelmedi. MHP’nin –şaşırtıcı olmayan bir biçimde– AKP ile görüşmeyi bile reddettiği ve ihanet olarak adlandırdığı Açılım mevzuunda, Baykal’ın Başbakan Erdoğan’la bir araya gelmesi bile mümkün olamadı. Baykal yapılacak görüşmenin video kaydına alınmasını istedi, Erdoğan reddetti, sonuçta memleketin en önemli meselesi konusunda açılım yaptığını söyleyen bir iktidar ile memleketin en büyük 2. partisi bir araya gelememiş oldu.

BİRKAÇ GÜNDE ATATÜRK’ÜN KOLTUĞUNA…
2010 başında AKP iktidarına HSYK’nın yapısını değiştirme ihtiyacı hissettiren, Erzurum ve Erzincan savcıları ile HSYK arasındaki güç mücadeleleri hâsıl oldu. AKP’nin Anayasa’yı değiştirme girişimine CHP geleneksel refleksiyle karşı çıktı. Bu arada, günümüzde yağmur gibi MHP’nin üstüne yağan yasadışı görüntü kayıtlarının bir benzeri CHP lideri Deniz Baykal’a karşı yayınlanmış, Baykal bu hamleye istifayla karşılık vermiş, rüzgâr gibi geçen birkaç gün Kılıçdaroğlu’nu Atatürk’ün, İnönü’nün, Ecevit’in koltuğuna taşımıştı.

AKP’nin yüksek yargının yapısını değiştirme girişimine geleneksel refleksiyle karşı çıkan CHP, referandum öncesi propaganda döneminde ise bu karşı çıkışının altını “ilerici” gerekçelerle doldurmaya çalıştı. Söz gelimi üzerinde Kenan Evren, Tayyip Erdoğan ve Yaşar Büyükanıt’ın resimlerinin olduğu el ilanları dağıtıldı, referandum paketindeki göz boyama amaçlı maddelerin bile aslında ileri değil geri adımlar olacakları savunuldu, seçim barajı ve YÖK’ün kaldırılmaması eleştirildi…

26 maddenin birden tek seferde oylanmasının anti-demokratik olduğu belirtildi, AB ülkelerinde Anayasa Mahkemesi üyelerinin, değişiklik paketinin öngördüğü gibi salt çoğunlukla değil nitelikli çoğunlukla seçildiği hatırlatıldı, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünün açılmayacağı söylendi, savunulanın aksine aslında memurlara toplu sözleşme hakkı tanınmadığı vurgulandı…

TABANINA SAHİP ÇIKTI AMA…
12 Eylül 2010 günü CHP’nin kendi seçmen tabanına hâkim olabildiği, hatta belki tabanını biraz genişletmiş olduğu ortaya çıktı. Ancak MHP aynı başarıyı gösterememiş, seçmen kitlesine sahip çıkamamıştı. AKP referandumdan yüzde 58’lik net bir başarıyla çıktı.

Bu arada CHP 6 ay gibi kısa bir dönemde yönetsel ve kadrosal büyük bir değişim yaşadı. Kılıçdaroğlu’nun başkanlığa seçildiği Mayıs kongresinde oluşan Parti Meclisi çıfıt çarşısı gibiydi. Sosyal demokrat yönü belirgin isimler de, ulusalcılar da, kendini sosyalist diye takdim edenler de, partinin alışılageldik ağır toplarının bir kısmı da… Herkes oradaydı.

Kılıçdaroğlu’nun liderliğinin sağlamlaşması ve değişimci bir kadronun iş başına gelmesi için partinin kudretli ismi, Genel Sekreter Önder Sav’ın tasfiye edilmesi gerekiyordu. Kasım ayında yoğun iç çatışmayla geçen bir sürecin ardından bu da başarıldı. Aralık’taki kurultayda Parti Meclisi blok listeyle seçildi ve Kılıçdaroğlu kendi ekibini kurmayı nihayet başardı.

PM’DE VE ADAY LİSTELERİNDE KAKOFONİ
Bugün CHP’nin Parti Meclisi’nde de, milletvekili adayları listesinde de epey heterojen, yer yer kakofonik görüntülere rastlanıyor, hâlâ. Sezgin Tanrıkulu ve Sencer Ayata gibi sosyal demokrat kimlikleri güçlü isimler de var, Binnaz Toprak gibi özgürlükçü kimseler de, merkez sağ kökenli siyasetçiler de, “eski dönem”le ve statüko (daha doğrusu eski statüko) savunuculuğuyla özdeşleşen isimler de…

Milletvekili aday listeleri de epeyce gürültü kopardı. Merkez sağdan gelip listelerde iyi yer bulanlara tepki gösterenler oldu. “Sinan Aygün’ün, Mehmet Haberal’ın burada ne işi var?” diyenler oldu. “Ercan Karakaş, Fikri Sağlar, Murat Karayalçın gibi isimler neden yok?” diye soranlar oldu. Pek çok aday, listedeki yerini beğenmeyip istifa etti.

Ancak ne olursa olsun, CHP sahici bir umutla giriyor bu seçime. Aile sigortası gibi, yaz tatillerinde askerlik gibi ilgi çeken projelerle, ve emekliler için intibak yasasının çıkartılmasından tutun da Karadeniz’de bir fındık borsasının kurulmasına kadar, anadil öğretiminin savunulması gibi demokratik açılımları da içeren bir söylemle seçmen karşısına çıkıyor.

Öte yandan şu da bir gerçek ki, Yeni CHP aşısı tutsa bile hasadını toplamak için beklemek gerekecek. En erken 4 yıl sonra. CHP 1965’te Ortanın Solu diyerek başlattığı açılımın meyvelerini 1973’te yemeye başladı, 2 seçim kaybettikten sonra. Ve bir risk de var CHP için. Bir kitabında 1960’ların CHP’sini anlatırken tarihçi Feroz Ahmad “her kesimin temsilcisi olmaya soyunurken hiçbir kesimin tam anlamıyla temsilcisi olamıyorlardı” der mealen. Bu risk bugün de var mı acaba, ne dersiniz?

Sayfa Yükleniyor...