'Ah benim şu zombi sevdam'
Bir zombinin insan beynine duyduğu açlık gibidir zombi dizilerine düşkünlüğüm. Romero’nun zombi filmleriyle büyümüş biri olarak, türe hayranlığım günden güne arttı. Kimileri için bir virüsle yayılan hastalık sonucu beyin yiyiciye dönüşen insanların varlığı rahatsız edici ve korkutucu olsa da benim için öyle değil. Çünkü birbirine selam dahi vermeyecek insanlar, kriz anlarında ortak olur, dayanışırlar. Çünkü insan nüfusu azaldıkça ruha bir ferahlık gelir. Çünkü insan en çok, hayatta kalma mücadelesi verirken yaşadığını hisseder. Deli olduğumu düşünebilirsiniz. Ancak türe ait birçok dizinin var olduğu gerçeği bana yalnız olmadığımı hissettiriyor. Özellikle ilk sezonu henüz sona eren Black Summer'a bayıldım. (Ceren ALA / Ceren.ala@ntv.com.tr)
The Walking Dead’le sınavım
2010’da başladı serüven. Çizgi roman ciltlerine sadık kalındı önceleri. Polis Rick’in hastanede uyandığı, neyin ne olduğunu anlamaya çalışırken rastladığı ölü bedenler, atına binip yollara düştüğü, karısının en yakın arkadaşı ve ortağıyle yaşadığı ilişkiye aydığı anlar... Yaşayan ölülerin cirit attığı otobanlarda, kaçarken birbirinden uzaklara düşen, savunmasız insanların birbirine kavuşmak için teptiği yollar ve o yollarda tanışan, gittikçe büyüyen ve sevgi diye bir şeyler duymaya başlayan karakterlerin macerası... İzlemesi şahaneydi. Muazzam jenerik müziği başladığında tüylerim ritim tutarak dikenleşiyordu. Bir yerden sonra film koptu. Zombigiller figürandan öteye geçemiyor, insanların birbirleriyle giriştiği savaş beni gerçek dünyaya yaklaştırıyordu. Rick ve dostları düzene alıştıkça daha çok konuşuyor, konuştukça konuşuyordu. İnsanlıktan çıkmak ve insanlığın çıkmazlarına sapmak arasında gidip gelen ekibin konuşmaya harcadıkları zamanı izlemek bana zaman kaybı gibi geliyordu. Diziyle olan gönül bağım başka bir maceranın yayına başlamasıyla koptu.