'Kadınların gezmesini çok önemsiyorum'

İlk yolculuğuna 21 yaşındayken çıkan ve sayısız ülkeyi gezen yazar Buket Uzuner, son kitabı 'Yolda'yı ntvmsnbc'ye anlattı. Uzuner'e göre Türkiye'nin en büyük meselesi yıllardır değişmedi... Kadınlar...

'Kadınların gezmesini çok önemsiyorum'

...İstisnalar hariç, bizim gibi başka kültürleri, coğrafyaları, lezzet ve iklimleri merak etmeyen, bu nedenle göçmek dışında pek kolay yola çıkmayan, keşfetmek ve icat etmek yerine yerleşik başka hazlara gönül koymuş, kendini hayalleriyle beraber dar ve sınırlı mekanlar, mahalle ve avlular içinde kapalı tutmayı, 'yen içi' ve yerel kalmayı tercih etmiş bu milletin bir vatandaşı ve yazarı olarak ben, Marquez'in tersine dünyanın başka şehirlerindeki Türk(iyeli)lileri değil, oralarda karşılaştığım yabancıları yazmanın bu nedenlerle daha ilginç ve özgün olacağı düşüncesine kapıldım."

Buket Uzuner, Turkuvaz Kitap'tan çıkan "Yolda" adlı öykü kitabının girişinde İbn-el Arabi'nin şu sözlerinden alıntı yapıyor:
"Varlığın kökeni harekettir. Hareketsizlik varlığın içinde yer almaz, çünkü varlık hareketsiz olamaz, olursa kaynağına yani HİÇLİĞE döner. İşte bu yüzden dünyada ve ahirette yolculuk hiç bitmez."

Gezmek için parasızlığı engel olarak görenlere cebinde bir elma, bir pasaport ve 10-15 dolarla uzun yolculuklara çıktığını anımsatan Buket Uzuner, "30 yaşından önce yapılacak öyle çok şey var ki" diyor... "Parasız seyahat edilir. Ama çok gençken çok daha rahat edilir. Belli bir yaştan sonra lüks değil ama konfor arıyor insan. Şimdi o çılgınlıkları yapar mıydım? Tepem atarsa yapabilirim. Ama yapmamayı tercih ederim. Her yaşın kendi kullanma tarihi vardır diye düşünüyorum."

Yolda geçen yedi olağanüstü öykü...
Öyle mi düşünüyorsunuz? Teşekkür ederim.

Buket hanım, kaç yaşından itibaren yolculuk yapıyorsunuz?
21.

Kaç ülkeyi gezdiniz?
Saymıyorum. Kitap sayımı ve ülke sayımı bilmiyorum.

Yolculuk biletlerini saklamaz mısınız?
Çoğunu saklıyorum ama onları kitaplarda kullanırım diye saklıyorum. Ama onları sayıyım demiyorum. Koleksiyon duygusuyla yapmıyorum. Gezginler Kulübü vardı, bir dönem gidiyordum. Orada oturuyorsunuz, daha başlar başlamaz ,“Ben 122 ülke gezdim, şu kadar otel…" Oturup bunları mı sayıyorsunuz ya? Mesele o değil ki. Koleksiyon mu yapıyoruz? O zaman "kaç geyik öldürdüm" diyen bir avcıdan farkınız olmuyor. Saymak bana çok ters geliyor.

İlk gittiğiniz ülke hangisiydi?
Norveç... 1979. 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce.

'Kadınların gezmesini çok önemsiyorum' - 1

O günden bugüne gezi edebiyatında ürünler veren bir yazar olarak değişen bir şeyler var mı?
Tabii ki var. Çok olumlu şeyler değişti. Bir kere o zaman kendi ülkemizle telefonla direkt iletişim kuramıyorduk. Bunun ne önemi var derseniz, biz ailemize düşkün insanlarız; bütün Akdenizliler öyle. O iletişim kopuyordu. Bir tek Pakistanlılar bizim gibiydi- Hintliler dahil herkes direkt telefonla bağlantı kurabiliyordu, açık otomatik olarak. O telefon bağlantısından başlayarak, yurtdışına çıktığınızda ülke ile ilişkiniz kopuyordu. İnternet yok. Gittiğiniz yerde de bugünkü kadar tanınmadığı için size de uzaydan, uzayın negatif- karanlık yüzünden gelmiş gibi davranıyorlardı. Bana 1979’da Norveçli aile buzdolabı göstermiş, “bu buzdolabı” demişlerdi. Beni en çok inciten şeylerden biri bu olmuştu. O kadar bilinmiyordu . O sırada bizim ülkemizde de buzdolabı olmayan insanlar vardı; belki hâlâ da vardır.

Seçimlerden önce bir hayli buzdolabı dağıtılmıştı; herhalde buzdolabı olmayan kalmamıştır.
Baltayı taşa vurmuşum, ne kadar güzel bağladınız. Harika. Şimdi tabii artık buzdolabı olmayan yoktur. Bu sorunu aştığımız böylece ortaya çıkıyor.

BANA “SÜNNETLİ MİSİN?” DİYE SORULUYORDU
Müslüman bir ülkeden geldiğim için bana “Sünnetli misin?” diye soruluyordu. Müslüman kızların sünnet edildiğini o tarihe kadar bilmiyordum. Nasıl bize gelen kızlara Helga, Ruslara Nataşa denir, İslam ülkesinden giden kızlara da Yasemin (Jasmin) deniyor.

HELGA NATAŞA VE JASMİN
Hay Allah, benim de adım…
Helga, Nataşa ve Jasmin, dünya erkeklerinin erotik fantazyalarının kadın adlarıdır. Nataşa Rus, Helga Avrupa-Amerikalı ve Yasemin de Müslüman ülkenin kızıdır. Bunun gibi birçok negatif şey. Mesela bizim evde kütüphane olması, annemin Andre Gide okuduğundan bahsetmem, onlarda şok etkisi yaratıyordu. Bu söylediklerim, beyaz Türk, burjuva ailesine aitmiş denilecek. Evet öyleydim. Uzun yıllar utandım bundan ama utanacak bir şey yok. Böyle yetiştim ben. Şimdi bunlar yaşanmıyor, çünkü insanlar Türkiye’ye daha çok geliyor. İnternet, televizyon, uydu kanalları var. Her ülkenin karanlık ve aydınlık yanlarını da görüyoruz.

MÜZEDE TÜRKÇE DUYMAK!
Hâlâ müzelerde Türkçe duyamayız. Pensilvanya’da müzede Türkçe konuşan bir anne-oğul duymuştum. Aynı ülkeden geldik diye sarılan, hemşerilik duygusu olan biri değilimdir. Ama müzede Türkçe duyduğum için o kadar heyecanlanmıştım ki, gidip onlarla tanışmıştım. Bu kadar ekonomik sorunun ve işsizliğin olduğu bir ülkede, “Ne kadar tuzu kuru” diye düşünülebilir ve eleştirilebilir ama ben buna alışkınım.

“NEDEN BİR GECEDE TANIŞTIĞINIZ BACILARLA EVLENİYORSUNUZ?”
Ama ben hep bu soruları sorduğum için dokuz köyden kovuldum. Üniversitede öğrenciyken solcuların arasında bu soruları soruyordum. “Devrimciyiz fakat neden cinsel devrim konuşulmuyor?”, “Neden bir gecede tanıştığınız bacılarla evleniyorsunuz?” dediğim için. Ya da erkek arkadaşımla kampüste Hacettepe ve ODTÜ’nün kampüslerinde el ele gezdiğim için. Bunlar yasaktı çünkü. Hep dışlandım. Şimdi de bu sorularımın benzer bir dışlanmayla cezalandırılacağını biliyorum. Ama ben bu soruları sormak zorundayım. İlle doğru zamanı beklemek zorunda mıyım; kime göre doğru olan zamanı?

Siz kendinizi nerede tanımlıyorsunuz?
Ben hep solcuydum ve hâlâ solcuyum.

Edebiyattaki akımlar üzerinden nerede duruyorsunuz?
Bence insan postmodernist olayım diye seçmez. Balık İzlerinin Sesi’ni 90’da yazdım. Postmodernist (*) bir şey yazdığımı bilmiyordum. Sonra hem Amerika’da hem Türkiye’de Talat Halman’ın yazdığı bir eleştiri yazısında, o dönemde çok yükselmiş olan postmodernizmin Türkiye’deki ilk örneklerinden biri, diye tanımlamıştı. Bu işin uzmanı olan, çok değer verdiğim Talat Halman bu işi bilmiyorsa, ben nerede bileceğim? Birşeyi yaparken onun farkında olursanız sanat açısından, bu doğru olmaz diye düşünüyorum. Ve yazar çağının tanığıdır. O dönemde yani modernizm sonrası yaşanıyorsa dünyada; Dostoyevski şimdi olsa o da benzer bir üslupla yazacaktı.



Ben nerede durduğuma bakıyorum ve durduğum yerin de hep ileriye gitmesini istiyorum. Ben onu siyaseten tanımlıyorum; kendimi solda tanımlıyorum. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğünün, kadının birey olarak özgürlüğünün, kadının birey olarak ve özgürce kendini ifade edebildiği bir sol anlayıştan da bahsediyorum. Çünkü solun içinde bulunduğum gruplar içinde de hiçbir zaman bu anlayışa yakın konuşma dilinde belki gördüm ama davranış olarak hiç görmedim. Türk solunun hâlâ en büyük sorununun bu olduğunu düşünüyorum. Hatta Türkiye’nin en büyük sorununun etnik veya dini veya siyasi olduğuna inanmıyorum. Bence kadın meselesidir Türkiye’nin en büyük sorunu.

Buna çok yürekten inanıyorum. Bunu moda değilken de söylüyordum, 20 yıl önce de ben bunu söylüyordum; bunu söylediğim için de hoş karşılanmıyordum. Çünkü dönüşüm, insan hakları denince bunun zaten kadını da içerdiği söyleniyordu ama içermiyordu.

Geçen sene Almanya’da verdiğim bir örnek var, orada bir gazete de kullanmışlardı. En solcu gazetemizden en sağcı gazetemize kadar bir haber çıkar; yaz haberi: Çocuklar sıcaktan bunaldı ve suya atladılar. Çocuklar der, erkek çocukları demez. Ama çocuklara lütfen dikkatle bakın. Beyaz donlarıyla genellikle fakir çocuklardır bunlar. Buldukları ilk suya, Taksim’in ortası da olabilir, atlamış eğlenen çocuklar görürüz. Aralarında hiç kız çocuk yoktur. Sekiz yaşındaki bir kız çocuğuna bile bir cinsel obje gibi bakabilen, sekiz yaşındaki bir kızın donla görünmesini ya da ıslanmış donla görünmesini müstehcen algılayan ve solcu da olsa sağcı da olsa böyle bir medyanın içindeyiz. Bu açıdan bir consensus var aslında. Buradan bakarak bütün bütün kadın sorununu inceleyebiliriz.

Bugün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin başına gelen şeyi de ben buna bağlıyorum. Eğer İmam Hatipli kızlara burs veren bir kurum olsaydı acaba benim kafamda ve benim gibi çok sayıda insanın kafasında bu kadar hoyratça baskı yapılabilecek miydi? Çünkü Çağdaş Yaşam’ın destekledikleri kız çocukları okusunlar ama okuduktan sonra birey olarak kendi ayakları üzerinde dursun diyen bir sivil toplum kuruluşu.

'Kadınların gezmesini çok önemsiyorum' - 2

Gümüş Yaz kitabınızda ilkokulda okuduğunuz alfabe kitabının fotoğrafını koymuşsunuz. Eteği bir hayli yukarıda bir kız çocuğunun resmi kapakta. Son yıllarda 23 Nisan ve 19 Mayıslar’da etek boyları sorun oluyor biliyorsunuz. Geldiğimiz noktayı nasıl algılıyorsunuz? Örneğin MEB böyle bir alfabe kitabını şimdi basabilir mi?
Basar tabii, bastık demek için ama. Ben size daha güzel bir örnek vereyim. Gördüğünüz resim 1949 Taksim meydanı. Annem, en önde trampet çalan kadın. Evde yüksek atlama resimleri var annemin. Annem Çamlıca Kız Liseli. Onlar Cumhuriyet’in kızları. O dönemde annemin çok kısa şortlu fotoğrafları; yüksek atlama, sırıkla atlama dereceleri var. Annem o lisedeyken bile beş vakit namaz kılan bir kızmış. Hâlâ kılıyor. Beresini takar, şapkasını takar, saçı açık gezer. Ben annemin namaz kılarken gösteriş yaptığını hiç görmedim. Bazan yanlışlıkla odasına girdiğimizde eliyle işaret eder, anlarız ki namaz kılıyor. Aynı zamanda o annem mini sayılacak o şortla 1940’da 50’de 19 Mayıs’lara katılmış bir kadındı. O ’nin yetiştirdiği çocuklardan biriyim ben.

Asıl kırılma 50’lerden sonra başlıyor…
Demokrat Parti döneminde de görünüşte pek birşey olmamış. Belki onlar da buraya gelineceğini bilse... Bence 1980 ve Kenan Evren, dönüm noktası.

Tekrar Yolda'ya yollara dönelim... Gitmek isteyip gidemediğiniz yerler var mı?
Gidemediğim yer diye bir şey yok. Mutlaka gidilir gitmek istenirse. Ya bir burs buluyorsunuz ya bir yerden borç alır gidersiniz. Parasız da gidersiniz.

Öyle mi? Biz parayı engel olarak düşünüyoruz da…
Asla değil. Çıktığım yolculukların çoğu bursla. Son 10 yıldır özellikle davetlerle gidiyorum, öğrenciyken burs alarak gidiyordum. Onun yolunu öyle bulmuştum. Zaten 20-30 yaş arasında beş üniversitede okudum. Birçok insan bunu söylememin kibirlenmek olduğunu düşünüyordu ama ben bunu eğlenerek söylüyordum. Niye beş üniversitede okuyup da doktora mı bitirmedim, hiç kimse bunu sormuyordu?



Ben soruyorum, beş üniversiteyi de bitirdiniz mi?
Beş üniversitede master yaptım. Bazı bitirmediğim oldu. Burs alabilmek için yapıyordum. Bir yandan da moneküler biyoloji okudum ben. Biyolojiye çok aşığımdır hala. 80’lerde kimsenin çok bilmediği bir şeydir. 75-76’da Hacettepe’de monoküler biyoloji okuyordum ve tercihle girmiştim. O üniversitelerden burs alarak geziyordum ama bu burslar üniversitedeki eğitimime yetiyordu. Aldığım burslar Amerika’da, Finlandiya’da, Norveç’te yaşamama yetiyordu. Ama seyahat için yazları bebek bakıyordum, aşçılık yapıyordum, gazete satıyordum, çevirmenlik yapıyordum. Yani ne iş varsa yapıyordum; garsonluk yapıyordum. O paralar da yetmiyordu. Cebimde sadece bir elma, bir pasaport işte bir 10-15 dolarla şehirlerarası bilet... Benim için çok önemliydi. 26 yaşından önce o seyahatleri yapmam gerekiyordu. O kadar önemliydi ki benim için bu. Onları yapabilmek için de o bir biletle bir aylık bir bilet alıp, bütün Avrupa’yı geziyorsunuz. O bilet olunca gerisini buluyordum. Bazen bankta uyuduğum oluyordu, Paris’e gidecek bileti beklerken.

ŞİMDİ O ÇILGINLIKLARI YAPAR MIYDIM?
Ama korkunç koşullardı, kötü koşullardı. Öğrenci yurtları, hosteller var oradalarda kalıyordum. Parasız seyahat edilir. Ama çok gençken çok daha rahat edilir. Belli bir yaştan sonra lüks değil ama konfor arıyor insan. Şimdi o çılgınlıkları yapar mıydım? Tepem atarsa yapabilirim. Ama yapmamayı tercih ederim. Her yaşın kendi kullanma tarihi vardır diye düşünüyorum.

30 YAŞINDAN ÖNCE YAPABiLECEKLERi ÖYLE ÇOK ŞEY VAR Kİ
Ve şuna şiddetle inanıyorum. 40-50 yaşındayken 20 yaşında yapamadığınız şeyleri yaparsınız ama aynı tadı vermiyor zaten. O yüzden gençlere özellikle söylüyorum, bunun altını çiziyorum. Gençlerin 30 yaşından önce yapabilecekleri öyle çok şey var ki. Bunun için önce bir ailelerini ikna etmeleri gerekiyor. Biz de aile çok önemli faktör. Kız gezginler için söylüyorum bunu. Kısa turlarla başlayabilirler, Avrupa’da değişim programları var. İnternet var şimdi, çok kolay bulabilirler. Ben yarım İngilizcemle konsolusluklara gidip bunlar için uğraşıyordum. Kütüphanelerden araştırıyordum, çok zorlanıyordum. Şimdi çok daha kolay.

YALNIZ GEZEN KADIN GEZGİNLER VE EŞCİNSELLER İÇİN...
Güvenlik konusu…
Şimdi rehber kitaplarda, gezi kitaplarında yalnız gezen kadınlarla ilgili bölümler var. Bana ile ilgili yurtdışından Türkiye’de de nerelerde gezilir diye sorulduğunda, örneğin Sultanahmet’te tek başına kadınların kalabileceği yerlerin adlarını veriyorum onlara.

National Geographic Traveler geçen sene İstanbul’daki lokanta ve otelleri sordu. Ben özellikle yalnız gezen kadın gezginler ve eşcinseller için nerelerin güvenli olabileceğini, hangi bar, gece kulüpleri veya lokantalara gidebileceklerini söylüyorum.

Yolda’dan sonra ne gibi hazırlıklarınız var?
Yolda benim dördüncü gezi kitabım gibi algılanıyor. Fakat aslında bir hikaye kitabı. Diğerleri interraili anlatan, Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları var.

KADINLARIN GEZMESİNİ ÇOK ÖNEMSİYORUM
Buket Uzuner’I ilk o kitapla tanımış ve çok sevmiştim.
Çok samimi tabii, bir de yapılmamış bir şeydi. Aynı kuşak daha çok etkileniyor. Benim için Nilüfer çok önemlidir. Yaşıtım bir kız çıkıyor ve çok güzel şarkılar söylüyor. Ajda Pekkan’ı da çok severim, Sezen Aksu’yu, birçoklarını severim ama… Ama o başka bir şey, benim gibi. Sizin söylediğiniz onu çağrıştırdı.

O kitabın çok özgün olmasının nedeni, interraili Türkiye’de hiç bilinmiyordu. İlk defa interraille gezen bir Türk kızının bir de bunları yazmasıydı. Bizde gezi edebiyatı çok zayıf. Ama kadın gezgin hemen hemen hiç yok. Zeynep Oralın çok güzel kitapları var ama o bir gezgin değil. Gezgin kendi başına ve kendi olanaklarıyla gezendir. Gezginin olanağı ne kadar azsa biz o gezgini o kadar çok seviyoruz. Zengin bir ailenin kızı olaark çıksaydım başka olurdu.

Kadınların gezmesini çok önemsiyorum. Bu söyleşi de hayra hizmet ederse çok sevinirm. Sırtınıza çantanızı alın, yolculuğa çıkın.

YOLA ÇIKABİLMEK O KADAR ÖNEMLİDİR Kİ...
Annem İzmirli, oğlum bebekken onu anneme bırakıp terminale gider -orada minübüsler vardı; Urla’ya, Foça’ya gider- nereye gittiğini bilmeden binerdim, çok az bir parayla. Anneme de söylerdim, bu gece gelmeyeceğim diye. Bir geceliğine Yeni Foça’da bir balıkçı otelinde kalır, dolaşır, oradaki insanlarla sohbet eder yazardım. Yola çıkabilmek o kadar önemlidir ki... Özellikle biz kadınlar için. Çünkü hayatımız anne olmasak bile o kadar çok sorumluluklarla örülü ki. O yola çıktığınız araç her neyse, aşağıda kalmıştır. Orada kendi kendinesinizdir ve hiç kimseye de yardım edemezsiniz. Bu bilinç öyle bir özgürlük duygusu yaşatır ki... Hele bir de terendeyseniz. O trenin camında kendi suretini görürsünüz. Allahım bundan daha güzel yüzleşme alanı olabilir mi?
Bunlara daha genç yaşlarda yaşanrsanız hayat sizi daha az mutsuz ediyor. Bu dünyaya da mutlu olmak için gelmediysek, ne için geldik?

5 YILDA BİR ROMAN YAZIYORSUNUZ, NEYLE GEÇİNECEKSİNİZ?
Gelibolu romanını yazarken Gelibolu’ya defalarca gittim. Hiç param olmuyordu, oğluma bakıcı bile bulamıyordum. Anneciğim eve gelip bakıyordu. Oraya uyku tulumuyla gittiğim çok oluyordu. 2001 yılından bahsediyorum üstelik. O vakte kadar yazarlara avans verilmiyordu. 5 yılda bir roman yazıyorsunuz, neyle geçineceksiniz? Şimdi avans alarak geçinebiliyorum. İnşallah genç yazarlar için de bu çok ön açıcı bir uygulamadır. İlk bizim kuşağımızda oluyor bu.

Sayfa Yükleniyor...