'Çocukluğumuzdaki İzmir değil artık'

İntikam dizisinde Rüzgar olup esen Yiğit Özşener, hayata sorarak bakıyor. Derinliği oyunculuktan, analitik düşünme yetisi mühendislikten. Baktığını da görüyor nitekim... Yiğit Özşener, GQ Türkiye Kasım sayısında.

'Çocukluğumuzdaki İzmir değil artık'

The Grand Tarabya Hotel’de, bir süit dairesindeyiz. Çekimin ardından röportaj için oturma odasındaki kanepeye çöktüğümüzde Boğaz’ı farklı açılardan gören odada Yiğit Özşener, takıla takıla televizyon ekranının fantastik renk skalasına takılıyor. Dönüp bakıyorum. Saçma bir şey gerçekten. Sessizde olan yayının ekranında, çimenden misal, fosforlu yeşil fışkırıyor.

“Bu ne be?” diyorum. Televizyonun markasına bakıp, “Ha, anladım ben” diyor. Yayından değil, televizyonun markasındanmış. Geçenlerde tüplü televizyonu artık hurdaya çıktığı için televizyon alması gerekmiş, sormuş soruşturmuş, oradan biliyor; bu markanın televizyonları böyle görüntü veriyormuş meğer. Kıvam, Teletubbies kıvamı: Sarılar daha sarı, pembeler daha fuşya, maviler camgözü... Algının kapılarını mı açıyor, insanın algı ayarlarıyla mı oynuyor; tartışılır.

Yiğit Özşener, sadece meslek icabı değil, insan olarak da “algı” meselesine kafa yoran biri. Ve baktığını gören... Onunla tanışıklığımız eskiye dayanıyor. İzmir, Karşıyaka, Cumhuriyet İlkokulu’na. Aynı sınıfta değildik, ikimiz de okulun basketbol takımındaydık, antrenmanlardan ve teneffüslerden bilişirdik. Annemin tabiriyle, “avukat beyin oğlu”ydu. Aynı mahallelerde dolanmışlığımız, yakın arsalarda patırtı yapıp çevre apartmanlardaki teyze-amcalardan fırça yemişliğimiz var.

Şanslı bir çocukluk olarak addediyor yaşadığını; bu aralar İzmir’e gidişlerini sıklaştırdığını, şehri yeniden keşfetmeye başladığını anlatıyor: “Şimdi o iki katlı ev yok. Her tarafı bahçe olan binanın birinci katında oturuyorduk. Şu anda ailemin oturduğu ev, o eve çok yakın; hatta kardeşim, o evin yerine yapılan binada oturuyor. Sokakta, arkadaş gruplarıyla eğlenerek geçti çocukluğumuz; şanslıyız. Duvarın üstünde oturmak diye bir şey vardı. Salçalı ekmekle sokaklarda da koşturdum, binaların bilmem kaçıncı katından kuma da atladım, tahta kılıçla şövalyecilik de oynadım, körebe de oynadım...

Bizim çocukluğumuzdaki İzmir gibi değil artık, biliyorsun. Uçaktan bakarken fark ediyorum. Benim bunu söylemem tabii çok garip düşününce. Bunu babam söylese, annem söylese, rahmetli oldular ama dedelerim söylese tamam da, benim demem çok tuhaf. Çok kısa sürede oldu çünkü değişiklik. Hızlı ve acımasız bir şekilde. Bizim hayatımız incir, erik ağaçlarının tepesinde geçti. Klişe mi klişe, banal mi banal ama önemli. Valla önemli. İnsanın oluşumunda da. Şimdikiler gibi iPad’e doğmak kötü değil ama ağaca çıkmamak kötü ya...”

O çocukluğu yaşadığımız ilkokul yılları bittikten sonra, araya giren senelerin ardından karşılaşmamız bu kez gazeteci-oyuncu, röportör-süje hukuku çerçevesinde gerçekleşti.

Bundan 10 yıl önce, o bir telefon hattının memleket hadisesine dönüşen büyük reklam kampanyasında Özgür Çocuk (Tevellüdü tutanlar, Özşener’le Nil Karaibrahimgil’in ülkenin dağında denizinde kovalamaca oynadığı kampanyayı net hatırlayacaktır) olarak Türkiye çapında tanınır olmuş, sonra bir süreliğine ortalıktan kaybolmuştu. Hande Ataizi’yle başrolü paylaştığı Estağfurullah Yokuşu adlı bir diziye başlayacaktı. Cismi herkesçe biliniyordu ama ismi, Özgür Çocuk’tan öte, kimliğinde yer aldığı şekliyle yeni yeni duyulacaktı.

Röportajın tamamı ve çok daha fazlası GQ Türkiye Kasım sayısında.

Sayfa Yükleniyor...