Sevgisiz yapılan savaşlarda önce çocuklar ölür. İster ülkeler arasında, isterse aileler arasında olsun... Bu aralar izlediğim her şey sevgiyle ilgili. Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev, baştan sona sevgisiz bir hikayeyi sinemaya taşıyor. Ildikó Enyedi sevginin ne acayip bir duygu olduğunu anlatıyor. Guillermo Del Toro, sevginin başkalaşmış halini gözler önüne seriyor.
“LOVELESS”
Mutlu bir ailede büyüyen çocukları şanslı sayarım. Diğer türlüsü, kötü şeyler yapmak için birer bahaneye dönüşüyor büyüdükçe. Ama her şeyin ötesinde, ne kadar didişme olursa olsun, özünde sevgi varsa o aile ayakta kalıyor.
“Loveless”te durum çok acı. Çok sevgi gibi hiç sevgi de yaralayıcı. 12 yaşındaki bir çocuğun sevilmediğini hissetmesi, fazlalık olduğunu düşünmesi, yalnızlığa itile itile ona alışması, içimde müthiş yangınlara sebep oldu. Matvey Novikov’un canlandırdığ Alyosha, filmin kısa bir bölümünde gözükse de ruhuyla tüm hikayeye hizmet etti.
Hepimizin yaptığı gibi, dünya duymasın diye sessizce ağladığı sahnede, gözlerine yerleşen çaresizlik film boyunca aklımdan çıkmadı. Empati kurma çabamın son sınırı ise anneydi. Sevmediği bir adamla, annesiyle yaşamak istemediğinden evlenmek zorunda kalan, kocası istedi diye çocuk yapan, hiç aşık olmayan, annesi tarafından hiç sevilmeyen, bembeyaz, uzun boylu, kızıl saçlı bir kadının bilmediği bir duyguyu çocuğuna vermiyor oluşunu bir yere kadar sindirebildim. Kızgınım yine de... Çünkü hayatın en anlamlı görevinin, bir anda verilecek bir kazak seçimi olmadığını biliyorum. Kızıyorum... Çünkü kendi hayatının kıymetini bilmeyen kadınların çocuklarını -çok severek ya da hiç sevmeyerek- cezalandıracaklarını biliyorum. Film, bu hafta vizyona giriyor. Zvyagintsev’in Moskova’nın karanlık atmosferinden de yardım alarak çektiği bu özel filmi mutlaka görün derim.
“ON BODY AND SOUL"
Mucize? Ne kadar geniş bir anlamı var değil mi? Bundan bin yıllar önce, zaman daha yavaş akarken, binalar taştan, akıllar baştayken her gün bir mucizeydi sanki. Konuşmak, keşfetmek, sevişmek, Tanrı’nın elçilerini tanımak, yıldızları okumak... Her şey bilindiğinde ya da bilmek için araçlar üretildiğinde “mucize” anlamını yitiriyor gibi. Bizim gibiler içinse mucize daha ruhani bir şey. Ölümsüz yalnızlıklarımızı paylaşabildiğimiz kadarız.
“SHAPE OF WATER”
Soğuk Savaş! Hiç bitmemek üzere başlatılmış bir yarış, didişme, restleşme, benim bilim adamım senin bilim adamını yer telaşı... Labarotuarlarda hummalı bir çalışma... Kadınlarsa döküntüleri not eden sekreterlerden ve kan lekelerini yıkayan temizlikçilerden oluşuyor. Guillermo Del Toro, ödüllere doymayan yeni filminde dönemin şarkılarını, filmlerini, bomboş sinemalarını, binalarını ve kimselere anlatılmayan ABD’nin labarotuarlarını masal tadında anlatıyor. Bir prensesin, bir kurbağa prensin, kötü kalpli büyücünün, ötekileştirilen yardımsever insanların ve tabi ki bir aşkın hikayesi bu. Gizli bir araştırma tesisinde temizlikçi olarak çalışan dilsiz Eliza rolünde izlediğim Sally Hawkins, Charlie Chaplin gibi küçücük bedeniyle, hiç konuşmadan ama her şeyi duyarak ve her şeyin farkına vararak, hayatın ve kötülüğün tüm yükünü sırtladı. “Kendinden olmayan” denilen o moda cümlenin ne manasız bir dil kaybı olduğunu, evrene yayılan o kirli sesin, birbirine benzemeyen bedenlerin sevişirken çıkardığı güzelliğin içinde temizlendiğini, saf sevginin her masalı mutlu sonla bitirebilecek güce sahip olduğunu bir kez daha ve bir kez daha anladım. Çok sevdiğim Guillermo Del Toro’nun renklerini, sokakta bir an susmayan siren seslerini, zihni netleştiren diyaloglarını, fantastik estetiğini bu filmde de göreceksiniz.