Televizyonda tiyatro izlemek ne güzeldi! Demek ki tiyatro iyi bir şeydi. Ama bu adamda başka şeyler vardı. Sanki tüm oyun ve onu izleyen bizler Feriştah’ın fantezisinde birer karakterdik. Çıplaktık. Elinden düşen her cümleyi ve dilinden düşen her şakayı, arada hiçbir kumaş parçası olmaksızın bedenlerimize nakşediyorduk. Feriştah’ça sarfettiğim cümlenin Yılmaz’ca çevirisi şuydu: Onun komedi anlayışı bize yukardan değil karşıdan bakıyordu. Yakındı, gerçekti. Beni cezbeden en önemli yanıysa, ne kadar komik olursa olsun canımın birazını acıtıyor oluşuydu. Kahkaha atarken ufak bir sızı hissediyordum. Biraz sonra ağlayacakmış gibi gülüyordum. Ortada ne siyasi bir eleştiri ne de toplumsal bir saptama vardı. Ağızdan öyle çıkıyordu. Yazılışı komik, okunuşu hüzünlüydü. Bizim gibiydi işte, her şeyin karşıtıyla var olduğu evren gibi. Değişik bi adamdı, yakında kokusu çıkardı. Çıktı kokusu. Yemek, meyve, yeni temizlenmiş ev gibi kokmaya başladı ruhum. Ülkemin insanları ne acayipti! Hepsini tiyatro sahnesinde görmek ve belki de bir daha çok zor görebileceğim o usta oyuncuları izlemek ergenliğimde yaşadığım kimlik bunalımını tanımama yardımcı oldu. Evet ben acayiptim, biz acayiptik, Yılmaz da öyle söylüyordu. Otogargara’da, Bana Bir Şeyhler Oluyor’da, Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?’de... Kalemden dökülen onca terin karşılığının tamamını cebine atmadı üstelik. Necati Akpınar’la BKM diye bir ev kurdu. Bu adamın isminin geçtiği yerde aklıma hep “ev” kelimesi geliyordu. Birbirinden çok farklı gözüken gençleri topladı. Onları evin mutfağına yerleştirdi. Hepsinde kendisinden bir iz vardı. Ben de o izi takip ettim. Yukarıdan bakan birileri, onun yaptığı işi azımsadı. Çocukları sahneye çıkarıp oturduğu yerden eleştirdiğini söylediler. Aslında bir öğretmen ne yapıyorsa onu yapıyor, bunu ekranda paylaşıyordu. Mutfak’ın ilk ekibi şimdi koca adam oldu. Bildiğini paylaşmak önemliydi, bilmek değil paylaşmamak ayıptı. Gürdal ve Erdal Tosun’u kaybederken acısını da paylaştı.
YILMAZ ERDOĞAN SİNEMALARDAAA!
90’ların sonunda çılgınca sinemaya gidip, hikayeleri üzerine düşünürdüm. “Her Şey Çok Güzel Olacak”la heyecanlanmış, bizim sinemamız adına iyi şeyler olacağına dair umutlanmıştım. Zaten “2000” Milenyum demekti, umutlanmazsak ayıp olurdu. Yılmaz Erdoğan 2001’de “Vizontele” diye bir film çekti. Ustalar ve keşifler tam kadro sahadaydı. 1974’te Doğu’ya bir televizyon geliyor, sadece Deli Emin değil tüm ahali çıldırmış şekilde ekrana can vermeye çalışıyordu. Renkler, diyaloglar, manzaralar, sinema, acı, mutluluk, müzik, aşk, Yılmaz Erdoğan’ın elinde yine kahkahayı ve acıyı aynı ağızda buluşturmuştu. Karıncalar gibi “Vizontele”nin de devamı geldi. Sonra şehre döndük. “Organize İşler”de İstanbul’un ardındakini gördük. Superman olmak lazım bazen diyen Mazhar Alanson’un tersine İstanbul’da ancak Siperman olabileceğimizi öğrendik, acıya, korkuya, yalnızlığa siper alabileceğimizi...”Neşeli Hayat”ta şehrin daha da içine döndük. Hatta içimize döndük. “Kimsenin kulu değilsen en neşeli hayat senindi”. Kıvanç Tatlıtuğ’un yakışıklılıkta ne kadar ileri gidebileceğini zaten biliyordum. Oyunculuk tarafınıysa “Kelebeğin Rüyası”nda ispatladığını düşünüyorum. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun çilekeş hayatını izlemek, Yılmaz Erdoğan’ın başka bir yanını daha keşfetmemi sağladı: Şiir, okunmadan yazılabilen bir şey değildir!
HARBİDEN GERÇEKÜSTÜ ADAM!
“The Water Diviner”la Avustralyalarda en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü alıp, “Ekşi Elmalar” gibi masal tadında bir film çekip, “Münaşaka” diye tek kişilik bir gösteri yapınca, bir de şehirden uzaklara yerleşince, tamam dedik. “Tatlım Tatlım” o bayılarak izlediğimiz “Haybeden Gerçeküstü Aşk” oyununun film hali, bizi kandırmasın. Atoma bile önyargılı yaklaşan bizler için önyargı istemsiz gelişen bir tik gibiydi. 10 yıl önce güldün, şimdi niye gülmeyesin? Hem erkek ve kadın denen cinsler ne kadar değişmiş olabilir? Güldüm, hem de çok. Özellikle Büşra Pekin, Şebnem Bozoklu ve Çağlar Çorumlu’ya. Uzak bir iklimde çekilen filmin havası yüzüme vurdu. Tatlı bir serinlik her yanımı sardı. Kavga eden sevgilileri izlerken bana da oldu bu hiç demedim. Yepyeni bir şeyi seyreder gibiydim. Boğazımı ağrıtana kadar güldüm. Ayrılık konuşmalarına şahit olurken 20 yıl öncesine gittim. Yılmaz Erdoğan’lı şeylere bakarken hissettiğim o garip acıyı hatırladım. Zamansız bir kalemin yazdıklarına saygı duydum. Bence izleyin.
TATLIM TATLIM FRAGMANI - İZLE